Sayfalar

28 Aralık 2012 Cuma

Siz İnsan Değilsiniz!

Adı Hatice. Hatice'ydi daha doğrusu...

Bu sabah insan olmaktan utandım. Böyle şeyler yapılabilen bir ortamda yaşamaktan utandım. Diyarbakır'da yaşıyordu Hatice. O yöredeki bir çok kız çocuğunun kara talihi doğrultusunda henüz 15 yaşında evlendirlmişti. Belki de istemediği ve kendinden yaşça çok büyük olan, hayatının son demlerinde yerin dibine batasıca zevklerini tatmin etmeye çalışan hayvanın tekiyle...

Düşünün... Sizin kızınız, canınız, onu başınızdan atarcasına, istemediği biriyle evlendirdiğiniz halde 1 yıl sonra yaşadığı şiddetli geçimsizlikten dolayı evini terk ederek yine sizin yanınıza, baba ocağına sığınıyor. Yaptığınız hayvanlığa rağmen sizi silmemiş ya da çaresizlikten gelmiş kim bilir?... Peki sonra ne oluyor? 2 kuzeni de tecavüz ediyor Hatice'ye. Baba evine sığınan Hatice'ye arka çıkmaktan, onu bağırlarına basmaktan anladıkları böylesine insanlık dışı olan bu 2 hayvandan birinden hamile kalıyor sonra Hatice... Kuzeninden 4 aylık hamile olduğu anlaşılınca o şefkat dolu baba ve aile ne yapıyor peki? Aile büyüklerini toplayarak "Töre" gereği Hatice'nin ölmesi gerektiğine karar veriyor...

Kim bilir nasıl da tertemiz hayalleri olan 15 yaşındaki Hatice'nin cesedi Batman Çayı'nda bulundu. Tam 11 gün kimse sahip çıkmadığı için hastanenin morgunda bekledi Hatice... Sonra bir "amca"'sı aldı ve Diyarbakır'da Yeniköy Camisine bıraktı Hatice'yi... Bıraktı ve arkasına bile bakmadan gitti...

Kentteki kadın derneklerinden yaklaşık 20 kadın tarafından, bir kefene bile sarılmadan, ceset torbasıyla toprağa verildi Hatice... Nasıl da haketmişti ama değil mi? Nasıl da iyi oldu? Çok büyük günahlar işlemişti çünkü. Törenin gereği yerine getirilince nasıl da  içi ferahlamıştır değil mi ailesinin? Kuzenlerinin?

Bu yazdığım her cümle umarım farkında olmayanlarda tokat etkisi yapar çünkü acıdan ve üzüntüden kendimi paralamaktan başka bir şey gelmiyor şuan elimden. Siz insan değilsiniz! Siz hayvan bile değilsiniz! Kimse kusura bakmasın ama siz yaşamayı hak etmiyorsunuz!

27 Aralık 2012 Perşembe

Lifted - 2006

Yönetmen: Gary Rydstorm

Pixar'ın kesinlikle en başarılı kısa animasyonlarından biri. İnsani tepkiler, mimikler ancak bu kadar iyi modellenebilir ve yansıtılabilir. Şiddetle tavsiye ettiğim bir kısa film daha.

İyi Seyirler.



















İnce Bir Burun Sızısı...

"İlkokul 1. sınıfta okuyan çocuk okuldan çıkar çıkmaz çırak olarak çalıştığı dükkana gidiyor, yerleri siliyor, ustasına çay dolduruyordu. Gece geç dönüyordu evine. Avluya açılan bir kapı bir şato kapısından farksızdı. Çocuk ayak parmaklarının ucuna kalkıp mandala uzansa da dilini aşağıya çekecek  güç cılız kollarında yoktu. Yorgun çırak, kapının eşiğine oturuyor ve sokaktan kendisine yardım edecek bir gece bekçisinin ya da sarhoşun geçmesini bekliyordu. Zaman makinesi icat ve bana tarihte yalnızca bir güne gitme hakkı verilse hiç düşünmeden o çocuğun önünden geçmek isterdim. Beni görünce sevinecek ve şunları söyleyecektir;

"Abi ben terzi çırağıyım, ustam işten geç bıraktı... Gücüm yetmiyor... Şu kapının mandalını açsana!"

Gülümserdim. "Saçlarını okşardım" diyeceğim ama başında mutlaka 5 numara traş vardır. Açardım kapıyı... O da "Sağ ol abi" der ve yorgun bedeniyle avlunun karanlığında kaybolurdu gözden... Ben de derdim ki ardından;

"Sen sağ ol baba!... Hayatta bana açtığın tüm kapılar için sen sağ ol!..."

Sunay AKIN

25 Aralık 2012 Salı

Bir Uykusuzun Rüyası Vol#10

Beklemediği bir telefon geldiğinde insanın yüzünde oluşan şaşkınlık okunabilir belki... Ama benim durumum biraz farklı. Yıllardır hiç bir yaşam belirtisi göstermeyen, bağlı bile olmayan telefonumun gecenin ilk saniyelerinde sessizliği yırtması karşısındaki şaşkınlığım ve çaresizliğim göz kenarlarımdaki çizgilerin arasına bulaştı. Hazırlanıyor gözlerim. Açmayabilirdim. Odada telefonun klasik tınısının haricinde her çocuğun mutlaka hayatında bir kez de olsa duyduğu "Gece çalan telefondan hayır gelmez" nasihati yankılanıyordu. Annemden bana eski bir yüzükle bir kaç sökük dantel ve tek kullanımlık nasihatler kalmıştı. Bu da onlardan biri. Kullanabilirdim. Ama kimse anne sözü dinlemez...

Bugün benim doğumgünüm... geleneksel kaçıncı olduğunu benim de bilmediğim... Çalan telefonun ucunda sadece gülümseyen ama bana çok şey ifade eden bir sessizlik vardı. Çoğunuz o telefonun hiç çalmadığına inanmayı tercih edebilirsiniz. Ama hayal ürünü bile olsa hatırlanmak güzel şey. Diğer hiç bir şey gibi... Yerimden kalkmaya kendimi ikna edip aynada yeni yaşıma bakmaya gittiğimde tanışıyorum 28'le. Bir yerden tanıdık geliyor ama tam çıkaramıyorum... Ağzımın kenarında silmeyi unuttuğum isteksiz yarım bir gülümseme...

Gök gürlüyor... Yatmak lafı benim için ne kadar sembolik olsa da dün akşam kendi kendime kavga edip yatakları ayırdım ve kanepede ben yatıyorum. Kendimden sıyrılıp yalnız kalabildiğim ender anlarda gerçekten bir şeyler hissedebildiğimi fark ettim. Kanepenin en ücra köşesi bugün çok kalabalık. Sürpriz doğumgünü partisi benim adıma gibi görünse de adapte olamayan, yorganın altında sıkışmış hissedip dansa katılamayan bir ben varım. Bazen sizi dış dünyadan koruduğuna inandığınız kalkanınız olur o yorgan. Hani istemsizce hareket edersiniz de birden herhangi bir boşluktan hava alır yorganın içi ve doğmadan önce tüm gereksiniminizi karşılayan anne karnındayken o karın bıçaklanmış gibi hissedersiniz ya...

İşten elini eteğini çekmiş bir iskoç erkeği gibi hareketsizim kendi doğumgünü partimde. Umutluydum oysa. Savaşabilirdim kendimle, savaşabilirdim... Kağıttan gemiler, filikalar yapmıştım. Beni hiç şaşırtmadı kaderim ve önce filikalar battı... Savaş sonrası alkolle yaptığım ateşkes antlaşması sonucunda vücudumun güneydoğusunda karaciğerimi kaybettim. Ya da böyle giderse kaybedebilirim... Hangisini sevdiyseniz...

Doğumgünümü; ışıltısından yanına yaklaşılamayan muhteşem hayatımın en önemli parçasını oluşturan yatağımda, deli gömleği giydirilmiş yalnızlığımla birlikte kutluyorum. Pastası olmayan kullanılmış bir mum üfleyip odayı zifiri karanlığa, yeni yaşımı da sönen küçücük alevin dumanıyla birlikte gökyüzüne teslim ediyorum...


24 Aralık 2012 Pazartesi

Mavi Dünya...


İçimde ölüm sessizliği var, ölüm sıkıntısı... Tüm organlarımı kaybetmiş gibiyim. Yaşama sevincimi evde bırakmış... Çok önemli bir müzisyendir Harun Kolçak. Dünya çapında bu bestesi de hiç bilinmez nerdeyse. Çocukken bu şarkının bulunduğu kaseti çevirir çevirir dinlerdim. Sadece bu şarkıyı. Bu umut aşılayan şarkı bile ilaç olmuyor bana bugün. Belki size iyi gelir...


23 Aralık 2012 Pazar

İmdat Polis!


"Polis İmdat!" şeklindeki yardım çağrısı artık yerini "İmdat Polis"'e bıraktı. Ya da bırakmalı. Çünkü son yaşanan olaydan sonra öyle taştı ki bardak, güvenliğimizi sağlaması adına güvendiğimiz polis bizim için daha büyük bir tehdit oluşturmaya başladı. Evimize hırsız girse aradağımız, başımıza sokakta bir şey gelse aradığımız polisten bizi kurtarması için kimi arayacağız? Az sonra izleyeceğiniz görüntülerde bir basketbol maçında astım krizi geçiren bir taraftarı polis copla dövüyor. Bunun insanlığa sığar bir yanı var mı? Bunu hayvan bile yapmaz! Size mi emanet edeceğiz canmızı? Size mi güveneceğiz?


For The Birds (Pixar) - 2000

Yönetmen: Ralph Eggleston








Çok eğleneceğinizi düşündüğüm bir Pixar şaheseri daha. Özellkikle küçük kuşların mimikleri ve tavırları çok başarılı... :)

İyi Seyirler.












22 Aralık 2012 Cumartesi

Ondskan (Şeytan) - 2003

Yönetmen: Mikael Hafström

Şiddetle tavsiye ettiğim filmlerden biri daha. Sanrım lisedeyken Cine5'te izlemiştim ilk defa. O zamanlar Cine5 bambaşkaydı tabi. Muhteşem bir kanaldı. Her pazar saat 21:00'de film premieri olurdu. Her hafta sabırsızlıkla beklerdik tv'de ilk kez yayınlanacak filmleri. Bu film de o kuşakta yayınlanan filmlerden biriydi ve görür görmez vurulmuştum. Öncelikle çok gerçekçi ve herkesin kendi öğrencilik yıllarından bir şeyler bulabileceği bir hikayeye sahip. Daha fazla spoiler vermek istemiyorum. Ama kesinlikle izlemelisiniz.

İyi Seyirler.









Filmin Fragmanı;


One Last Goodbye...


Biricik karım bana sürpriz yaparak dünkü Anathema konserine bilet almıştı. Gittim ve konser halaa kulağımda. Daniel Cavanagh'ın tek başına sahne aldığı konser akustikti. Ve tek kelimeyle müthişti. Metallica ve Pink Floyd çalması da herkese sürpriz oldu, tadından yenmedi... En sevdiğim Anathema şarkısı olan "One Last Goodbye" performansını kaydettim. Umarım siz de beğenirsiniz...





21 Aralık 2012 Cuma

Fütursuz Bilgiler Vol#4

Münir Özkul'un dedesi ve babası Paşa'dır. Asker bir aileden gelmektedir ve annesi onun da bir Paşa olacağı günlerin hayalini kurar. Belli bir yaşa kadar da Münir Özkul hep bu yönde yetiştirilir. Annesi öyle arzuluyordur çünkü. Fakat o bunu istememektedir. O tiyatroya, sinemaya gönül vermiştir. Bunu annesine kabul ettirmesi çok ama çok zor olur. Büyük kırgınlıklar yaşanır. Ve "Usta" içinde kalan ukdeyi "Annem başarımı göremeden öldü" diyerek dile getirir. Peki siz; Hababam Sınıfı'na sigara içirtmeyen, ön bahçede top oynatmayan ve maçlara kaçmalarına izin vermeyen, bunları yapmak üzerelerken yakalayan ya da yaptıktan sonra yağmur altında tek ayak üzerinde bekleten, haftasonu izinlerini iptal eden Mahmut Hoca'nın; yani Münir Özkul'un aşırı yaramaz bir öğrenci olduğunu, sürekli okuldan kaçtığını ve yukarıdaki hareketleri yaptığı için liseyi aynı Hababam gibi 8 yılda bitirebildiğini biliyor muydunuz?

20 Aralık 2012 Perşembe

En Muhteşem Yüzyıl(!)

"Bu da dahil tüm genellemeler yanlıştır."

"Ülke nereye gidiyor?" tarzında ülkenin kurtarılmaya çalışıldığı meyhane masası muhabbeti aromalı bir yazı yazmak istemiyorum ama gerçekten bilmiyorum nereye gidiyor... Her sabah bir çok gazetenin haberini okuyarak başlarım güne ama her günüm artık daha endişeli başlıyor. Hatırlayacağınız üzere Tayyip başka hiç bir işi olmadığından yanlış tarih bilgisiyle "Muhteşem yüzyıl"'ı eleştirmiş ve bununla da kalmayıp hedef göstererek yargının üzerine düşeni yapması gerektiğini zırvalamıştı. Bu eleştiri "Süper Baba" dizisini "Biz süper güçleri olan bir baba tanımadık" şeklinde eleştirmekle aynı kategoride. Hatta yarışır bile. Peki sonra ne oldu? Bu saçma sapan eleştiri karşısında duruş sergilemesini beklediğimiz, "Bu bir kurgudur" diyerek kendi bildiği doğrulukta ilerlemesini umduğumuz dizi yapımcıları ne yaptı? Belki yayından kaldırılma korkusu belki de Tayyip'e şirin görünme çabasıyla bu haftaki bölümde Hürrem'e namaz kıldırdı... Hadi diyeceksiniz ki "Osmanlı döneminde olan bir şey bu ne alakası var?" Öyleyse neden şimdi? Neden bu eleştirinin üzerine? Ve neden böyle bir şeylere yaranma çabasıyla? O kadar üzüldüm ki bu sabah bu haberi görünce. Bu kadar mı korkar oldu artık insanlar? Bu kadar mı tekelleşti bazı şeyler? Nefret ettim yemin ediyorum....

19 Aralık 2012 Çarşamba

Fütursuz Bilgiler Vol#3

Belli bir yaş grubuna ait olmayan çok değerli bir hazineye sahibiz. "Hababam Sınıfı". Şimdiki nesil bile izlediğinde benimseyip sevebiliyor. Ve eminim ki biz nasıl hala yayınlandığında hiç sıkılmadan izleyebiliyorsak onlar da bizim yaşımıza geldiklerinde aynı duyguyla izleyecekler. Bu çok önemli bir sihir. Bu sihrin sahibi de Rıfat Ilgaz. Hayat o kadar ilginç hikayelerle dolu ki... Rıfat Ilgaz'ın Hababam Sınıfı'nı yazdığı dönemde bir daktilo alabilecek parası olmadığından tüm eseri el yazısıyla kağıtlara aktardığını; ve köy katibiyle, sayfa başına bir dilekçe ücretine anlaşarak eseri bu şekilde daktiloyla yazdırabildiğini biliyor muydunuz?


18 Aralık 2012 Salı

Bir Uykusuzun Rüyası Vol#9

80 yaşındayken bile uzun vadeli planlar yapabilmeli insan dedikten 1 gün sonra ölmüştü babam. Bu ne kadar plana dahildi ya da o an mı karar verdi bilmiyorum. Ya da oğluna ilk defa hayat dersi verdiği anın büyüsü ve heyecanına yenik mi düşmüştü?... Ama ben dersimi aldım. Asla plan yapmıyorum...

Gece. Ellerim, kollarım açık halde yattığım yatağın üzerine süzülerek düşen siyah saten bir örtü gibi çöküyor üzerime her gün birbirine yakın saatlerde. Üzerime doğru hareketlendirdiği havaya bulaşan kokusu derin bir nefesle içimden geçtiğinde anlamlanıyor her ne varsa... Beni yalnız olarak görüyorlar, düşünüyorlar. Oysa ben dünyayı hissediyorum lunapark'ta gece olunca... Çarpışmaktan yorulan arabaların, aynı hızda ve aynı yörüngede birbirini kovalamaktan yorgun düşmüş atlı karıncanın, dönüp durmaktan ziyade "Bu kadın seni donunda sallar oğlum" esprisini duymaktan yorulan ve yıpranan balerinin donuk bakışları arasından kendimden en emin yürüyüşümü takınarak geçiyorum... Ağır adımlar ve ikinci el bir karizmayla...

Dönme dolaba binip arkama yaslandığımda, yukarı çıkarken omuzlarımdaki tüm yükü yerçekimine kurban veriyorum... Var oluyorum... Hiç dönme dolapta gözlerinizi kapattınız mı? Çoğu insan en tepedeyken etrafı izlemeyi amaçlar. Ama gözlerinizi kapattıktan sonraki 3. turunuzda dünyayı izleyebiliyorsunuz. Bunu ben dahil çok az kişi biliyor. Teşekkürler dede... Kendimi tamamen kaybettikten sonra yüzümde anlamsız bir gülümsemeyle, yüksek salıncakları çalıştırdıktan sonra binip, durduracak kimsenin olmadığını 50 turdan sonra farkederek hayatlarını eğlence sektörüne feda eden 2 lunapark görevlisini selamlıyorum... Çabaları takdire şayan...

Eve dönmek dünyadaki en değerli duygu. Kapı kilidinin size özel notalarını, koridordaki parkelerin sayısını ezbere bilmenin verdiği özellik hissi. Her insanın ortalama 80 metrekarelik özgür ve çıplak kraliyeti... Hayatım bu kadar karanlık olmayabilirdi belki. Ama her şeyin bir sebebi var. Dedem babaannemi öldürürken aynı yatağın altında olmak ne babamın suçu, ne de babamın dedemi örnek alması annemin...

Dedemden bana kalan sayılı önemli eşyadan biri de arayacağınız kişinin sabrını da sınayabildiğiniz çevirmeli yeşil telefondu. Anısına ne kadar saygı duysam da hiç bir zaman evime telefon bağlatmadım. Her isteyenin istediği an size ulaşabilmesi adaletsizce. Ay hangi evresinde olursa olsun hiç bir zaman ışığının vurmadığı köşemin tek ve daimi misafiri oldu bu hatıra...

Koridora uzanıp günün yorgunluğunu taşlara yaymak... Göz kapaklarını titretmeden süzülen yaşın uyandırdığı irkilme ve hiç beklenmeyen bir sesin karanlıktaki tüm huzuru yırtıp atması...

Telefon çalıyor.

Satılık Kadın!

Artık gerçekten kime ne söveceğimi şaşırdım. Biz içimizde bir düzelecek umudu taşıdıkça her gün daha da boka sarıyor. Bugünkü habere göre Akp Bozkurt İlçe Başkanı Naim Köse; "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer, Perdesiz ev ya satılık ya kiralıktır." demiş. Tabir yerindeyse böyle bir demeç sıçmış. Zihniyete bakar mısınz? Kendi adıma söyleyebilirim ki inanılmaz diş biledim bu mantıktaki insanlara ve inanıyorum toplumda benim gibi çok insan var. Ve bu bir yerde patlayacak. Toplumda müthiş bir kutuplaşma yaratıldı ve sonu çok kötü olacak. Ama olsun... Böylesine saçma, böylesine gerici zihniyetin her zaman karşısındayım. En samimi dileklerimle böyle örümcek kafalıların Allah toptan belasını versin!

17 Aralık 2012 Pazartesi

Fütursuz Bilgiler Vol#2

"Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" filminde edebiyat hocalarına aşk mektubu yazan Hababam okuldan atılır. Herhalde çocukluğundan beri defalarca izlememiş ve yine yayınlansa yine izlemeyecek kimse yoktur. Rıfat Ilgaz'ın kalemi ne kadar başarılıysa, Ertem Eğilmez'in kamerası ve yöntemleri de o kadar başarılıdır. Filmde bir Münir Özkul klasiği olan anne-babalara karne dağıtma sahnesi ve "Mahmut Hoca" tiradı vardır. Bu sahnenin gerçekçi olması için, sahnedeki duyguyu izleyiciye daha iyi aktarabilmek için, hiç bir önbilgi vermeden oyuncuların gerçek anne babalarının sete çağılrıldığını, filmde kendilerine rol verildiğinden habersiz ailelerin gerçekten bir sorun olduğunu düşünerek sete geldiklerini ve bu şekilde oynadıklarını biliyor muydunuz?



16 Aralık 2012 Pazar

La Luna - 2011


Yönetmen: Enrico Casarosa

Bir Pixar hastası olarak bugün izledim bu kısa animasyon filmi. Ve hiç tereddüt etmeden şimdiye kadar izlediğim en güzel animasyon kısa film diyebilirim. Karakterler, diyalog olmadan yapılan başarılı anlatım ve hayal gücünün sınırsızlığı... Hala etkisindeyim ve şiddetle tavsiye ediyorum. Bu kez filmin fragmanını değil kendisini paylaşıyorum.

İyi seyirler...

 
 
 
 



15 Aralık 2012 Cumartesi

Allah Belanızı Versin!

Şuan ülkemizin başında bulununan örümcek beyinlilerden, onların sıçtığım zihniyetlerinden o kadar sıkıldım ki artık! Artık bu gerizekalıların başının altından çıkan en ufak olaya bile tahammül edemez oldum. Son vukuatları bu sabah geldi... Devlet Opera ve Balesi, "5. Murad" adlı bale yapıtında balerinlerin etek boylarını kısa bularak uzatmış... Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın emriyle... Sizin ben beyninizi s...

Sanattan bu kadar uzak bir anlayış, kendi sapıklıklarını bu kadar ele veren, insanların inançlarını kendi amaçlarına meze yapan olmamıştır bu zaman kadar. Hiç bir zaman yolundan ayrılmayacağım Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'ün sanata yaklaşımıyla bugünkü çapulcuların arasındaki farkı kimse göremiyor mu gerçekten? Savaş sırasında cephede bir resim bulur Mustafa Kemal... "Kim yaptı bunu?" diye sorduğunda hemen askeri çağırırlar. "Bunu sen mi yaptın çocuk?" der Paşa. "Evet paşam" der asker. Yanlış bir şey yaptığını sanarak korkmuştur asker. Paşa askeri bu güzel çalışması için tebrik eder ve yaverlerine dönerek askerin derhal evine gönderilmesini ister. Asker şaşırarak "Savaşın ortasındayız paşam. Beni neden gönderiyorsunuz? Ben de sizinle birlikte savaşıp ülkem için canımı vermek isterim" der. Paşa bunun üzerine tarihe geçen, herkese ders olması gereken o cümleyi kurar...

"Ülkenin sanata ve sanatçıya en çok ihtiyacı olan dönem asıl budur. Sen ülken için sanatını icra etmeye devam et. Savaşılması ve ölünmesi gerekiyorsa biz ölürüz."

Daha bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum...

14 Aralık 2012 Cuma

Al Bunu Çevir...

Çok eğlenceli ama yanlış anlaşılmaya da aşırı elverişli bir dilimiz var. Gerçi yanlış anlaşılma diyemeyiz tam olarak, herkes anlıyor aslında ne demek istediğinizi ama millet olarak çok seviyoruz makaraya almayı ve karşımızdaki tepki gösterince de yapıştırıyoruz hemen; "Senin için fesat!"

Sinema alanında düşünecek olursak; her ne kadar bir filmi dublajlı izlemek yanlış olsa da Türkiye dublaj konusunda kesinlikle ve kesinlikle dünya 1.'si. Bunu çok net söyleyebilirim. Bugüne kadar yetişmiş muhteşem dublaj sanatçılarmız var. Ama iş film isimlerini çevirmeye geldiğinde böyle olmuyor malesef. Çünkü burada işin içine ticari kaygılar giriyor. "Öyle bir isim koymalıyım ki film satsın" diye düşünüyor piyasaya süren. "Brokeback Mountain" filminin "İbne Kovboylar" olarak çevrilmesi en güzel örneklerden biri sanırım. Yıllar önce TRT'de yayınlanan "Mavi Ay" dizisinde de Bruce Willis "Bekleyen derviş muradına ermiş" diyor mesela...

Benim merak ettiğim diğer milletler bir türk yapımını çevirmek istediklerinde bizim dilimize özgü kelimeleri nasıl çeviriyorlar? Bizde resmen "Sokak Dili" olarak tabir edilen apayrı bir yapı var. Örneğin çocukken sokakta basket oynadığımızda kullandığımız tabirler... "Kılçıksız Basket", "Deliksiz Basket"... Mesela bir filmimizde bunlar geçse nasıl çevirecek adamlar? Okadar merak ediyorum ki...

12 Aralık 2012 Çarşamba

Çığlık...

Hiç bir canlı, yaşadığı ortama, doğasına, bir insan kadar hakaret etmemiş, bu kadar nankör davranmamıştır. Bir Zonguldak'lı olarak geçen gün gördüğüm haberle gerçekten içim acıdı. Genelde talihsiz haberlerle gündeme gelir memleketim ama bu defa başka. Limanda biriken çöplerle, pislik yığınıyla ilgili haber yapılmış. Bu sadece bizim oralara özgü değil malesef. Fotoğrafın geneline baktığımızda el birliğiyle insanoğlu dünyanın sonunu getirdik. Herkes 21 Aralık 2012'den korkuyor ama aslında bu sonu hazırlayan bizleriz. Belki tam tarihi tutturamayabiliriz ama kesinlikle bu sonu biz hazırladık. Maya'larda sanırım bunu kastetmişlerdi ama kırıcı olur diye boku 21 Aralık'a attılar. Teknoloji Sabri'nin kaleyi düşündüğü sert şutlarından daha hızlı gelişiyor ama aynı oranda da geleceğimizden götürüyor. Bir buz dağından kopan çok büyük bir parça, arabasının egzozuna filtre takmayı angarya iş olarak gören birinin umrunda olmuyor malesef. İçinde bulunduğumuz çağ'a "Bilgisayar Çağı", "Teknoloji Çağı", "Bilgi Çağı" gibi çok hevesli isimler koymaya çabaladılar ama herkesin gözardı ettiği tek gerçek "Tüketim Çağı"'nda bulunduğumuz... Bir arkadaşımın, her yerde mantar gibi biten alış-veriş merkezleriyle ilgili asla unutamadığım bir benzetmesi var; "Tüketim çılgınlığına kapılıp kendini kaybeden insanların kabe'si"... Çünkü bildiğiniz üzre alışveriş merkezleri de sağdan sola doğru dükkanları gezebileceğiniz şekilde tasarlanır ve alış veriş tutkusunun etrafında tavaf eder durur insanlar. Artan doğal afetler, değişen iklim koşulları, bunlara sebep olan şeyler insanların hiç umrumda değil. Kimse korkmasın kıyamet başka bir sebepten kopacak ve sonumuz gelecek diye. İnsan haricinde hiç bir hayvan bindiği dalı kesmez!

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Uykusuzun Rüyası Vol#8

İçimde uyuyan bir seri katil var. Bazen o kadar yavaş ve sessiz hareket ediyorum ki onu uyandırmamak için, kendi kendime konuşurken bile küçük harfler kullanıyorum. Bazen içimde bir çıtırdı oluyor, şöyle bir kıpırdanıyor yattığı yerde, korkuyorum... Neyse ki uykusu ağır.

Ben yüzyıllara meydan okuyan bir uykusuzluk besleyip büyütürken; içimde bir seri katil uyutmak, kişiliğimi harddisk gibi ikiye bölmek, kendime çok hissettirmesem de yoruyor beni. Katillerin, cinayet mahaline dönmek dışında bir gün kendilerini de öldürmek gibi standart huyları vardır. Bir gün içimdeki de aynı düşünceye kapılırsa diye bir yedekleme korkusu sanırım bu.

Bu sabah işe gitmedim. Kalkamadım koridorun rutubetli köşesinden... Dönme dolap bensiz de döner, bir sorun olmaz sanırım. Bugün hiç bir şey yapmak istemedim, istemiyorum. Şaşırabileceğiniz üzere uyumak da buna dahil. Çoğu lider ve bilim adamı kısa boylu olduğundan kendini gerizekalı gibi hisseden bir arkadaşımın telefonunu reddedip yerimden zor da olsa kalkıyorum. Kimse düşünmüyor bu adam ne yiyip içiyor diye. Ben de dahil. Ama dedim ya, istemiyorum. Sesler... Tekrar ve tekrar...

Dış kapının gözetleme merceğinden apartmanın akıl almaz hareketli hayatını izlerken, çocukluğumu ve hiç bir zaman elma şekeri yememiş olduğum gerçeğini gördüm delikten. Bir çocuk için de en azından bir seri katil kadar belli başlı standartlar yok mudur? Uçurtmam olmadı mesela benim. Bisikletim de... Küçükken sahip olamadığı şeyleri içinde biriktirip, yüzyıllar içerisinde kömürleşen odun parçaları gibi öldürme isteğine dönüştürebilir mi insan? Onca hayat ben küçükken bir uçurtmaya sahip olamadım diye  sönmüş olabilir mi? Bu kadar kolay mı insanlardan nefret etmek? Hayat adil değil. Ya da çok sevdiğim bir söz var buraya yakışacak; "İnsanlar eşittir ama bazıları daha eşit."

Dizlerimi kendime çekiyorum. Doğru dürüst yapılamamış bir çocuğun, doğru dürüst alamadığı cenin pozüsyonu... Ben buyum işte.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Çok Özlüyorum...

Karımı çok özledim... Kaç gündür değişik bir ruh halinde dolanıyorum etrafta. Televizyonda bir çifte denk gelsem, sokakta reklam panolarında birbirine sarılan bir çift görsem içim acıyor... Bugün Ankara'da "Eş durumu mğdurları" adına bir eylem düzenleniyor. Benim eşim Van'da öğretmenlik yapıyor ve eş durumuyla alakalı tüm prosedürleri yerine getirmemize rağmen devlet aile kavramını ayırmakta ısrar ediyor. Eğer daha önemli bir işiniz yoksa ya da en az benim kadar buna önem veriyorsanız ve duyarlıysanız bugün bu eyleme destek verin. Ben 4 aylık evliyim. Ama eşimle aynı çatı altında değilim... Toplumun temel yapı taşı aile'nin feryadını dinlediniz. Sevgiler...

7 Aralık 2012 Cuma

Bir Kıvılcımla Yakılan Ağıt

Oldum olası ağıt'lardan çok etkilenirim ve özellikle araştırırım. Bugüne kadar da belli filmlerde ya da şarkılarda çok güzel örneklerine rastladım. Ama karşıma genellikle aynı isim çıktı. Savni Sami Özer. Kesinlikle Türkiye'nin sahip olduğu en önemli değerlerden biri kendisi...
Cem Yılmaz'ın "Her Şey Çok Güzel Olacak" filmini hatırlamayan yoktur sanırım. Başucu filmlerimdendir ve babalarının ölüm sahnesinde Savni abimiz öyle bir döktürür ki içinizin temizlendiğini hissedersiniz. Yine aynı şekilde, çok fazla bilindiğini düşünmediğim, Fahir Atakoğlu'nun "As One..." albümünde "Kyrie Eleyson" adlı parçada da Savni abimizin küçük bir dokunuşu vardır. Dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. "Kyrie Eleyson" hep bir ağıt gibi gelmiştir bana... Modern bir ağıt...

Fahir Atakoğlu - Kyrie Eleyson


Her Şey Çok Güzel Olacak Soundtrack - Eski Resim 2



6 Aralık 2012 Perşembe

Bekleme Salonu...


Durun. Şuan ne yapıyorsanız bırakın ve bir dakikalığına ne yaptığınızı, neden yaptığınızı düşünün... Bir dişçi'nin bekleme salonundaki gerginlikle ve aceleyle yaşıyoruz hayatımızı. Bekliyoruz...

Bekleme salonunda otururken içerdeki hastanın sesleri gelir... Tedirgin oluruz. Kendi canımız acıyormuşçasına. Dünya bir bekleme salonu gibi geliyor bana. Öyle inancı kuvvetli biri değilim ama "Her canlı ölümü tadacaktır" gibi inkar edilemez bir cümle var. Ve her nereye gideceksek, bir bekleme salonunda huzursuzca ayağımızı sallıyoruz. Hiç birimiz muayene sırası için ne kadar zamanımız olduğunu bilmiyoruz ama öyle şeylerle vakit geçiriyoruz ki... İnsanın hayatında en önemli şey ailesi olmalıdır. En değerli... Peki ne kadar vakit ayırabiliyoruz? Sevdiklerimize? Muayene salonunda başımıza ne geleceğinden emin miyiz? Bir daha sevdiklerimizi görebileceğimizden?

Her birimiz sabah işe yetişme teleşıyla koşturuyoruz. Akşam başka hiç bir şey yapmaya dermanı kalmamış et parçaları olarak evlerimize ulaşmaya çalışıyoruz. Terbiye edilmiş, dövülmüş ve kızartılmaya hazır... Ne için? Hayatımızı sürdürebilmek. Peki kaybettiğimiz ve boşa geçen zaman? Yarın bir gün ailenizden çok sevdiğiniz birinin bulutlara gittiği haberini aldığınızda onunla daha fazla vakit geçiremediğiniz için pişmanlık duyar mısınız? Ben duyarım. Ve ne yaparsam yapayım duyacağım gibi hissediyorum. Bu tabiki tercihen yaptığımız bir şey değil, buna mecburuz ama bu beni çok düşündürüyor. Uyku hali gibi yaşamak. Bir ölüm haberi aldığımızda uyanıyor, kendimize gelip gerçeği görüyoruz... Sonra tekrar hayatın ritmine kapılıp unutuyoruz...

5 Aralık 2012 Çarşamba

The Guitar (Gitar) - 2008

Yönetmen: Amy Redford

Çocukluğu sokakta oynayarak geçen şanslı insanlardanım.  Sabahtan akşama kadar oyun oynar, sonrasında da tüm mahalle her zaman toplandığımız elektrik direğinin altında buluşur, gitar çalan bizden bir üst jenerasyonu dinlerdik. Bugün onlar sayesinde bir gitar aşığıyım. Üniversite yıllarında boş zamanlarımda gitar mağazasına gidip onları sevip her biriyle konuşacak kadar...

Bu filmle de üniversite yıllarında tanıştım. Hayalleri ertelememenin gerektiğini çok güzel vurgulamış. Yaşam koşulları nedeniyle bu herkes için mümkün olmasa da çok motive edici bir film. Bir şeyi istiyorsanız onun için mücadele etmelisiniz. Ve hayat gerçekten mutlu olmak için çok kısa. Hiç bir şeyi ertelememek gerekiyor.

İyi Seyirler...







Nostalji Vol#1 - Resim Sevinci... Bob Ross.

80'lerde dünyaya gelmiş olanlar için pazar klasiklerinden biri de, neredeyse tüm o dönemin çocuklarına resim yapmayı sevdiren, özendiren, TRT'de sabahları yayınlanan Bob Ross'la "Resim Sevinci" programıdır. O kadar kolay gelirdi ki onu izleyince resim yapmak... Sanırsınız hemen onun gibi dağları ovaları çizebileceksiniz... Öyle basitmişçesine yapar ve anlatırdı ki. Bir pazar sabahı kahvaltıdan sonra bu programı izleyip, gaza gelip resim yapmaya çalıştığımı çok iyi hatırlıyorum. Eminim benim gibi bir sürü çocuk vardır böyle.

Bir boya paletim olmadığından o yaşın verdiği yaratıcılıkla banyodan annemin leğenlerinden birini yürütmüştüm. Tabi yağlı boyamda olmadığından ters çevirdiğim leğene ne kadar sulu boyam varsa sürmüş mahvetmiştim. Ama o an ki hevesimi ve havamı anlatamam. Elimde, arkası sulu boyalarla yıkanmış bir leğen, okulda kullandığım fırça ve duvara bantladığım beyaz kağıtla artık bir ressamdım. Yaptığım şaheserin ünü, bulunduğu kağıdı da aşıp duvarın badanasına kadar ulaştığı için ben annemin hışmına, sanatım da sekteye uğramış olabilir evet. Hatta aynı akşam sobanın yanında o leğenin içinde banyo yapmış da olabilirim. Şampuan gözümü yakarken "Sanatımla iç içeyim" düşüncesiyle avutmuş olabilirim kendimi o leğenin içinde... Ama bunların hepsi bu sempatik bonus kafalı Bob Ross yüzünden... Ona bu hevesin kaynağı olduğu için çok minnettarım. Hala hatırlıyorum bir programında gömleğinin cebindeki sincap'ı besleyişini. Şimdi yok böyle programlar... Hatırlamak isteyenler için buyrunuz...



4 Aralık 2012 Salı

Bizim Gözyaşlarımız Siyahtır...

Gece... Ailenizle birlikte yediğiniz akşam yemeğinin, yemek sonrası televizyon seyrederken yenilen meyve eşliğinde edilen sohbetin ardından, önce yarın okula gidecek olan çocuklar zorla yataklara kışkışlanmış, ardından da siz olanca aile saadetiyle odanıza çekilmişsinizdir... Aniden, ne kadar alışmış olsalar da çocuklarınızda hala ölesiye korku yaratan, sizin ve eşinizin huzurunu neşterle kesen acı bir siren sesi salondaki alarmda yükselir...

Yukarıdaki küçücük kesit malesef benim ailem gibi bir çok "Madenci" ailesi için olağan... Dedem de babam da maden işçisiydi benim. Belki en zoru değil ama, dünyanın en zor işlerinden biri madencilik. Her sabah eşinizle ve çocuklarınızla helalleşerek işe gitmek? Her defasında "Acaba bu kez dönebilecek miyim?" diye düşünerek? Çok ama çok zor...

Babamın hakkını hiç bir zaman ödeyemem. Evet çok sancılı dönemlerimiz oldu ama yaşım ilerledikçe onun yaptığı fedakarlıkları daha iyi anlamaya başladım. Babam günde en az 16 saat çalışırdı ve bunu aralıksız 30 yıl (tatilsiz) yaptı. Önceleri hiç düşünmediğim şeyler şimdi resmen tokat atıyorlar bana... Öyle boktan bir cilvesi vardı ki hayatın, Babam işten geldiğinde biz çoktan uyumuş olurduk, biz uyandığımızdaysa babam çoktan gitmiş... Ödediği bedelin, çocuklarını uyandırmadan sevmek olduğunu o zamanlar göremiyor insan. Bir çok maden işçisi için eminim ki bu böyle. Çocuklarının, ailelerinin geleceğini yerin 600 metre altında kazıyarak çıkarmak... Babam yer üstü görevlisiydi. En azından bu konuda içimiz rahattı ama dedem hem yer altı, hem de bir göçük olduğunda görevli olan kurtarma ekibindeydi. Yukarıdaki siren hala anneannemin kulaklarında çınlar...

Bugün 4 Aralık "Dünya Madenciler Günü". Her gün o potansiyel mezara girip, saatler sonra çıkmayı başarıp gün ışığını tekrar görebilmek... Alın teriyle ıslanmış yüzünde kömür izleri ve siyah gözyaşlarıyla...

Ben Zonguldak'lıyım. Bir Madenci çocuğuyum. Bununla gurur duyuyor ve tüm madencilerin bu gününü kutluyorum...






3 Aralık 2012 Pazartesi

Engel Beynimizde, Düşüncelerimizde...


Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Mantık olarak engelli vatandaşların toplumdaki yerini insanlara hatırlatmak (malesef), insanların farkındalığını arttırmak için iyi bir gün. Ama vicdani açıdan kabullenemediğim bir gün. Nedir engel? Kolunu kaybetmiş? Bacağını kaybetmiş? Zeka geriliği? Tekerlekli sandalyeye mahkum?... Bunların hiç biri engel değil. Nasıl değil? Eğer toplum gerçekten bu konuda bilinçli olsa, gerektiği gibi hareket etse bunlar birer engel olmaz. Başlakta da ifade ettiğim gibi bence gerçek engel düşüncelerimizde. Eğer engelli olarak görülüp toplum dışına itilen o kolunu kaybetmiş, bacağını kaybetmiş ya da tekerlekli sandalyeyle hayatını sürdürmek zorunda kalan insan, yaşananlara verilmesi gereken tepkileri veriyor ve gösterilmesi gereken saygıyı gösteriyorsa asıl engelli bu şekilde davranamayanlardır. Biz, tekerlekli sandalyeyle yaşamak zorunda kalan insanların kaldırıma çıkması için yapılan rampanın orta yerine elektrik direği diken bir milletiz. Ama hükümete baksanız bugün televizyonlara çıkıp "Engelli vatandaşlarımız bizim her şeyimiz" diye oy yalakalığı yaparlar. Eğer bir otobüste zihinsel engelli olarak nitelendirilen insan, bir yaşlıya yer vermek için en arka taraftan yırtınıyorsa ve öndeki gencimiz elinde telefon bu durumu umursamıyorsa, kimse kusura bakmasın asıl engelli sensin telefonu içine kaçasıca kardeşim... Engelli olarak nitelendirilen "Down Sendromlu" o güzel insanların o kadar güzel kalpleri, o kadar saf sevgileri ve iyi niyetleri var ki... Onları gördükçe ben kendimi engelli hissediyorum...

30 Kasım 2012 Cuma

Bir Uykusuzun Rüyası Vol#7

Kendini yüksekte gören bir insanın gözünden düşmek kadar çarpıcı ve zor gözlerimi aralamaya çalışmak... Mahalle maçı esnasında top bahçeye kaçtığında pencereyi tıklatarak annemden su isteyip ve top gelene kadar suyu içip sahaya dönebilmenin telaşıyla paralel yatakta doğrulup dengemi sağlamaya çalışmak... Günün ilk aynaya bakışında gözlerimin etrafında gördüğüm geceden kalma şeritsel morluklar aynı günün gazetesinin 3. sayfa haberlerinden birini okumak gibi... Gün içinde çok az aynaya bakanlardanım. Kendimle çok sık karşılaşmayı ve muhattap olmayı sevmiyorum. Merhaba merhaba... O kadar... Oysa her sabah programında en az 3 kere söylenir güne gülümseyerek başlayın diye. Aynaya bakarken aklıma bu geldiğinde, söylendiği gibi gülümsemek yerine neden en az 3 kere söylendiğini, izleyenlerin salak mı olduğunu düşünüyorum. Bu istisnalar hariç her sabah oluyor. Ama benim gülümsemem biraz farklı... Ölüm anında saniyenin bilmem kaçta biri kadar bir sürede her insanın mutlaka gülümsediği söylenir. Ne kadar bilimseldir ya da norveçli balıkçılar da onaylamış mıdır bilmiyorum ama benim gülümsemem tam olarak buna benziyor. İntihara karar vermek intihar etmekten daha zor bir süreçtir. Ama uçurumun kenarına geldiğinizde yer çekime teslim olmaya ramak kala yüzünüzde oluşacak küçücük bir gülümseme her şeye inat, asi bir gülümsemedir... Hayatımı idame ettirmek için çalıştığım lunaparkta her gün kendimi idam ediyorum aslında... Birazdan bir öncekinden farksız, daha da öncekinden belki biraz daha farksız bir gün daha başlayacak. Ben tamamen aynadakinin yalancısıyım. Koca evin yalnızca koridorunu ve banyosunu kullanan ben işe gitmek için her gün kıta değiştiriyorum. Bir nevi insanın İstanbul'la arasını yapan çöpçatan vapurlarla... Her sabah istemedikleri, mutsuz oldukları işlerine giden insanların arasından geçerek... Yüzüme aynadaki gülümsememi bantlayarak...

Uyandırma Servisi...

80'lerin çocukları... Nerde 90'lar diyenler... Sabah sabah çok eğlenceli bir videoyla karşılaştım. O dönemleri özleyenler için uyandırma servisi... :)


İyi Eğlenceler...

29 Kasım 2012 Perşembe

Bugün Ne Giydirsem?(!)

Yeni bir düzenlemeyle okullara kıyafet serbestliği getirildi. Ne kadar güzel, ne kadar özgürüz değil mi? Hükümetteki badem bıyıklı kıllı zihniyetin son bombası efendim. Bu serbestliği getirmekte tek bir amaçları var fakat bunun nelere yol açabileceği hakkında hiç bir fikirleri yok. Belki de fikirleri de var ama umurlarında değil. "Bugün ne giysem" programındaki stresi ilkokul çağına taşımanın mantığı nedir? Gelir seviyesi farklı olan insanların çocukları arasında gruplaşma yaratacak bir ortam hazırlamanın mantığı nedir?

Bu yeni düzenlemeyle ulaşılmak istenen tek hedef öğrencilerin okullarda kapanmasını sağlamaktır.
Öyle güzel de zemin hazırlamışlar ki... Siz ilkokulda başı kapalı bir öğrenci görüp tepki gösterdiğinizde "E sizin çocuğunuzun da kıyafeti serbest?" diyebilecekler. Kendilerini garantiye alıyorlar bir anlamda. Ağza bal çalma resmen. "Erkek öğrencilerin saç uzunluğu da serbest"... Lutfettiniz... Saygının saç uzunluğuyla ölçülmediğini yeni anlayıp, uzun saçlı öğrencilere "Bu ne saygısızlık!" diye tepki göstermenin, cezalandırmanın saçma olduğunu yeni mi fark ettiniz? Ve bunu da amacınıza meze yapıyorsunuz?

Eğri oturup doğru konuşalım arkadaşım... Olan var olmayan var. Asgari ücretle geçinip çocuğunun okul ihtiyaçlarını kıt kanaat karşılamaya çalışan var... Sen kıyafeti serbest bıraktığında bu çocuklar "Şu ne giymiş?", "Markası neymiş" gibi aptal saptal gruplaşmalara ve birbirlerini yargılamaya başlayacaklar. Kişiliklerinin oluşmaya başladığı bir dönemde çocukları böyle bir ortama mı sokacaksınız? Olayın bambaşka bir yönü de var. Okul üniforması bir anlamda öğrenci kimliğidir. Şöyle ki; yarın okul çevresinde olumsuz bir davranışta bulunsa biri, okuldan kaçsa ve girmemesi gereken ortamlara girse, tam tersi okula girmemesi gereken insanlar girse bunları nasıl ayırt edeceksiniz? Okulda bir öğretmene gıcık olsa bir ergen ve kısmen genç gösteren bir tanıdığına şikayet etse... O da cebinde bıçak gelse okula ve öğretmeni bıçaklayıp aklısıra intikam alsa... O kişinin okula girerken öğrenci olmadığını kim bilecek? Öğretmenler; çocuklar aydınlansın diye uğraşıp, zihinlerini açmaya uğraşırken kimileri tam tersine başlarını da kapatmaya çalışıyor!

Kimse kusura bakmasın! Bir eğitim kurumuna başörtüyle girme serbestliğinin her zaman karşısındayım! Her yönüyle saçma sapan bir uygulama ve asıl amaç başka... Umarım gereken tepki gösterilir ve insanlar bu yanlışa düşmezler...

28 Kasım 2012 Çarşamba

Die Fetten Jahre Sind Vorbei (The Edukators, Eğitmenler) - 2004

Yönetmen: Hans Weingartner

Üniversite yıllarında klasik bir ev arkadaşlarıyla film izleme gecesinde tanıştım bu filmle. Zaten genlerimizde devrimci bir ruh, üzerimizde Deniz Abi'mizden kalma yeşil parka olduğundan çabucak ısınmıştık filme. Filmde çok başarılı noktalar var gerçekten fakat burda bahsedersem izleme zevkinizi mahvetmekten korkuyorum. Ama izledikten sonra yorum bölümünde üzerne konuşmak isterseniz beklerim. Üç gencin kendi arayışlarında keşfettikleri bir çok gerçekliğe tanık olmak çok güzel. Hatta bir çok gerçek tokat etkisi yaratıyor. Çok seveceğinizi düşünüyorum.

İyi Seyirler.









Filmin Fragmanı;



Ye Kürküm Ye!..

İnsanların bir başkasını kılık kıyafetine göre yargılamasına çok başarılı bir örnek. Gerçekten çok üzücü ve düşündürücü. Eskiden de böyle miydi, zamanla daha da mı arttı bu hale gelindi bilmiyorum ama insanlar ambalajdan başka hiç bir şeye önem vermez hale geldi...



26 Kasım 2012 Pazartesi

Bir Uykusuzun Rüyası Vol#6

Her zaman böyle mavi bir karanlığa ve seslere bulanmış halde yalnız başıma değildim. En azından bu kadar değil. Benim kadar normal biri daha bu sesleri, bu soğuk koridor taşlarını ve banyodaki anlamsız uğultuları paylaşıyordu. Ama gitti. Giderken eşyaları almak ne garip... Bana kalan yalnızca bir tarafı kırık çekyat, sadece TRT-1'i gösteren çük ekran televizyon ve kavga ederken kullanmaya çalıştığımız saygı çerçevesi...

Kapının üzerindeki gözetleme deliğinden belli aralıklarla ışık sızıyor içeri. Odak noktası gözbebeğime denk geldiğinde gecelerim daha karizmatik geçiyor. Ya da ben ancak bu şekilde avutabiliyorum aynadakini. "Yalnızlık Allah'a mahsustur" sözüne inanıp bu kadar yalnızlığın ardından kendini Tanrı sanan bir delinin gerçeği anladığındaki salya sümük haliydi aslında aynadan yansıyan. Zordur ölüme mahkum bir hastaya  ya da bir idam mahkumuna öleceğini söylemek. Her ikisi de bilir aslında neler olabileceğini ama yine de yüzlerini kapattıkları ellerinin, parmaklarının arasından izlemeye devam ederler... Ölüm. Belli bir yaşıma kadar ölümün nasıl koktuğunu ve ne renk olduğunu düşündüm. Yıllarca bir çok düşüncemin değişmesine, beklentimin beni yanıltmasına tanık oldum ama emin olduğum bir şey vardı... Ölüm asla kırmızı değildi.

Bazen neden hep koridorun aynı yerini kullandığımı sorguluyorum. Çünkü yer değiştirmek rahatlatır insanı. Yastığın soğuk tarafına denk gelip ferahlamak gibi. Ama ferahlayamıyorum. İçimde bir karanlık. Gol attığında göstermek için formasının altındaki t-shirt'e sevdiğinin adını yazan ancak hiç bir zaman gol atma fırsatı yakalayamayan bir defans oyuncusunun hüznü ve kulaklarımda Sadri Alışık'ın "Bu da mı gol değil?" feryadı...

Gece uzun, gece yalnız, gece karanlık...

Uyumuyorum.

25 Kasım 2012 Pazar

İnsanda Biraz Şans Olacak...

Hani televizyonda kanal kanal gezerken hiç bir şey bulamayıp sıkıntıdan patlarız ya? Tam o an bir kanalda çok sevdiğimiz bir programa ya da film'e denk geliriz ama son saniyeleridir ve biter... İnsanda biraz şans olacak hocam. Çok istemiyorum, o ütopik olur zaten. Ama bu kadar da üst üste gelmez ki...

Geçen akşam iş çıkışı eşimle telefonda konuşuyoruz... Süper Loto'nun devrettiğini ve ikramiyenin çok büyük olduğunu anlatırken bir biletçinin yanında geçtiğimi fark ettim. Dedim ki "Hatun oynasak mı?" Çünkü artık belli ki illa bir yerden para çıkması lazım ki istediklerimizi yapabilelim. O da gaza geldi ve "Hadi oynayalım dedi." İkimiz de Kadir Gecesi doğma ihtimalini yarım puanla kaçırıp muhteşem şanslı insanlar olarak dünyaya geldiğimiz için, bir baktık ki o devreden loto çoktan çekilmiş, talihlisi kayseri'ye yatırım yapmaya başlamış bile... Satıcı adam da dalga geçer gibi hatta "Aldın mı?" der gibi kazı kazan uzattı elime... Oynamayız çıkmaz, Oynamaya yelteniriz çoktan çekilmiştir... Bu kadar şans olur mu ya? Eşimden bir örnek her şeyi çok net ortaya koyuyor... Üniversitede imza kağıdı dolaşırken sana sıra geldiğinde tükenmez kalem biter mi ya? Hani sokaktaki elektrik kablosuna sıralanan kuşların altında 7/24 bekleyim sıçtırsak kafamıza yine bizden bi bok olmaz. Kalem tükendi oğlum düşün...

Hayırlısı tabi her şey...

24 Kasım 2012 Cumartesi

Ve Renkler Kanıyor...

Bir çocuğun hayalini esir edemezsiniz. Bir çocuğun hayaline paha biçemezsiniz. Ve bir çocuğun hayalini yok edemezsiniz...

"Bu sabah güneş neden gelmedi?" diye sorar ve onların üzerine yağmur gibi bomba yağdıran savaş uçaklarını masal kahramanına dönüştürüp anlatmak düşer annesine. Televizyonlarında akşam yemeğinden sonra tok karna izledikleri bir ketçap reklamı değildi etrafındaki ağzından kan damlayan insanlar. Ve yerleri belli olur diye hiç bir zaman gözlerinden daha renkli bir uçurtması olmadı o'nun.

Bir çocuğun masumiyetini gizleyemezsiniz. Bir çocuğu akıl almaz hırslarınıza alet edemezsiniz. Bir çocuğun gözünden boncuk boncuk dökülürseniz; KATİLSİNİZ!


23 Kasım 2012 Cuma

Duygusal Kırılma...


İçine ruh üflenmiş, bir şekilde hayat bulmuş her canlı sevilmeyi hak eder. Öyle bir video'ya rastladım ki, duygusal bir kırılma yaşadım resmen. Fazla yorum yapmak istemiyorum ama izlerseniz yorumlarınızı bekliyorum...



Ken Loach... Adamsın!

Böyle haberler duydukça artık dibe vurmuş umutlarım yeniden canlanıyor. Çünkü tabir-i caizse boka sarmış bir ortamda, kapitalizme kucak dansı yaparak yaşadığımız bir dönemde bu tarz hareketler 10 numaralı formayı hak ediyor. İçimde hala küçücük bir umut olmasını haklı çıkarıyor. Sinema tarihinin usta isimlerinden Ken Loach Toronto Film Festivali tarafından verilen "Yaşam Boyu Onur" ödülünü reddetti. Bu reddedişin sebebini ise yönetmenin resmi açıklamasından öğreniyoruz;

"Büyük bir üzüntü ile bana Torino Film Festivali tarafından layık görülen ödülü red etmek zorundayım, bu ödülü kendim ve filmlerimiz için çalışanlar adına almaktan onur duyardım.
Festivaller Avrupa ve dünya sinemasını yaymak adına büyük bir rol oynuyorlar ve Torino sinemaya olan tutkusu ve aşkı ile bunun belirgin ve iyi bir örneği olarak kendini göstermektedir.
Ancak şu anda ciddi bir sorun söz konusu, konu bazı hizmetlerin şirketlerce dışarıya ihale yoluyla verilmesi ve düşük ücretli işçilerin çalıştırılması ile ilgili.
Her zamanki gibi bunun sebebi daha az ücret ödemek. Bazı hizmetleri karşılamak için ihaleyi alan şirket çalışanların maaşlarını düşürüyor ve çalışan adedinde kesintiye gidiyor olmasıyla alakalı.
Bu toplum içinde çatışma yaratan bir reçetedir. Bu durumun bütün Avrupa’da mevcut olması kendisinin kabul edilebilir bir hareket olması anlamına gelmez.
Torino’da Ulusal Sinema Müzesi*’nin temizlik ve güvenlik hizmetleri Rear adlı kooperatife verilmiş durumda. İlk olarak maaşlarda kesinti yapıldı ardından çalışanlar bundan şikayetçi oldular ve böylelikle kötü davranmaya ve korkutulmaya maaruz kaldılar. Bir çok kişi işten atıldı.
Düşük maaş alanlar, zor durumda olanlar, işlerinden oldular, sebebi ise maaşlarında yapılan kesintiye karşı çıkmalarıydı.
Pek tabii ki bizim için başka bir ülkede neler olduğunu anlayabilmek pek de kolay değil, kendi ülkemizden farklı çalışma şartlarının olduğunu da hesaba katarsak, ancak bu temel etkenlerin açık olmadığı anlamına gelmiyor.
Bu noktada hizmetleri ihaleye vermiş olan yapı bu duruma göz kapayamaz, her ne kadar bu kişiler bu hizmeti bir dış kooperatif aracılığı ile gerçekleştiriyor olasalar bile kendisi için çalışan kişilere karşı sorumlu olmalı.
Müzenin bu durumda çalışanlar ve onların bağlı oldukları sendika ile iletişime geçmesini, işten çıkarılan çalışanların tekrar işe alınışını güvence altına almasını ve hizmetleri dış kooperatiflere verme fikrini bir daha düşünmesini bekliyorum.
Toplumun zayıf olan bireylerinin sorumlu olmadıkları bir iktisadi buhranın faturasını ödemesini doğru bulmuyorum.
Bu konuyla ilgili ‘Bread and Roses’ adlı bir film gerçekleştirdik. Nasıl olur da kendi hakları için mücadele eden ve bu sebepten dolayı işlerinden olan çalışanların dayanışma çağrısını duymazlıktan gelirim?
Bu ödülü kabul etmek ve bir kaç küçük eleştiri ile durumu geçiştirmek zayıf ve iki yüzlü bir davranış olurdu.
Beyaz perdede belirli bir duruşa sahip olup öte yandan diğer ortamlarda faklı tutumlarla bu duruşa ihanet edemeyiz.

Bu sebeple her ne kadar derin bir şekilde üzgün olsam da bu ödülü red etmek zorundayım."

Ken Loach
21 Kasım 2012


*Ulusal Sinema Müzesi aynı zamanda Torino Film Festivali'ni organize eden kurumdur.

Sendika.org
Çeviren: Murat Çınar


Yönetmenle ilgili detaylı bilgiye aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz;

http://www.imdb.com/name/nm0516360/
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ken_Loach

22 Kasım 2012 Perşembe

Saam Gaang Yi (3 Sıradışı) - 2004

Yönetmenler: Fruit Chan, Takashi Miike, Chan-wook Park

Memleketim Zonguldak'ta o zamanlar sadece 1 tane sinema vardı ve oraya sanat filmi olarak tabir edilen hiç bir film gelmezdi. Bir gün arkadaşımla sinemanın önünden geçerken daha önce fragmanını ya da başka herhangi bir tanıtımına rastlamadığımız bu filmi gördük. Merak edip girdik ve hiç şaşırmadığımız üzre salon bomboştu. 1-2 kişi belki... Filmden çıktığımızda bizim oralara yanlışlıkla geldiğine inandığımız filmden aşırı derecede etkilenmiştik. Öncelikle söylemeliyim ki Uzak Doğu Sineması'nı sevmeyenlerdenim. Ama bir kaç filmle birlikte bu filmin yeri ayrı. Film sizi korkutmuyor, germiyor, sadece rahatsız ediyor. Ve çok başarılı bir biçimde rahatsız ediyor. Bunu yaparken insanların saçma sapan takıntılarına da çok güzel giydiriyor. Uzak Doğu Sineması'nın 3 farklı korku yönetmeninin birbirinden bağımsız 3 filmi. Her biri aşağı yukarı 40'ar dakikalık ve etkisini uzun süre üzerinizden atamayacağınız cinsten...

İyi Seyirler...


Filmin Fragmanı;




Bir Uykusuzun Rüyası Vol#5


Tik tak tik tak... Hayatımdaki en istikrarlı şey saat sanırım. Beni utandırırcasına hiç kendini ve üslubunu bozmadan yıllardır buralara kadar geldi. İnsanda biraz da şans olacak ama. Çoğumuz diğer spermlerle yaptığımız yarışı kazanmanın rehavetine kapılıp mücadeleyi bırakıyoruz. Belki de bundandır başarının istikrarsızlığı...

Etrafım benim gibi yaşamdan elini eteğini çekmiş, pistteki dansı kenardan izleyenlerle dolu. Ben bir parktaki bank nöbetçisi, nöbetçi kızkulesi muhafızı, gece sona erip, son kişi çığlık attığında, dönmedolabın altındaki eğlence kırıntılarını temizleyen lunapark temizlikçisiyim. Pistte olmasa da çoğunuzun aksine rüzgarla dans edebiliyorum. İşimi yaparken hem de. İnsanların haykırdıklarını, kendilerine bile söyleyemedikleri itiraflarını fısıldıyor rüzgar kulağıma. Tüylerim diken diken...

Evimi, sesleri özledim. Belki de bu nedenle eğlenemiyorum. Çikolata fabrikasında çalışan biri için kakao ya da çikolata krizi ne ifade ediyorsa eğlence de benim için o... Katılamıyorum. Tüm haftanın zihinsel yorgunluğunu buradaki çeşitli oyuncaklarla atmaya çalışan insanların arasında karışamıyorum. İşin mutfağında olduğum için çarpışan arabaların çarpışmalarındaki yapmacıklık gülümsemelerimdeki sahiciliği örtüyor bir dantel gibi. Benim ödediğim bedel de bu. Dövüş pistine en güzel açıdan bakan bir beleş tepedeki bankta oturan en hevessiz izleyici. Aşağıdaki hayatta birbirini parçalayan, kan görmekten zevk alanları izlemekle cezalandırılan...

Ne güzel söylemiş Mazhar abi? "Üzerime yüreğimden başka bir muska takmadan..." Çoğumuz tembelliklerimizi saklayacak maskeler, korkularımızı bağlayabileceğimiz uzunlukta hurafeler arıyoruz. Yaptığım şey hala sesleri dinlemek. Sesleri yaşamak. Tanrı tarafından uykusuzlukla cezalandırılan birinin uyku için muska takmasına nasıl da gülüyolardır yukarıda... İnsanların planları Tanrı'yı gülümsetirmiş.

Evimdeyim. Sırt üstü buz gibi taşına uzandığım koridorum gözümde tütüyor. Uzanıyorum. Soğukluk ruhumla buluşuyor. Gözümden bir damla yaş süzülürken donuyor yanağımda. Koridor sessiz... Koridor gürültülü... Özlemişim...

21 Kasım 2012 Çarşamba

Haydi Erkekler Savaşa!

Bu sabah nispeten olumlu sayılabilecek bir haberle uyandık... Artık ne kısa dönem, ne uzun dönem askerler operasyonlara gönderilmeyecek, sadece profesyonel askerler gönderilecekmiş. Bildiğim kadarıyla acemi birliklerinde aldıkları eğitim çok az olduğundan kısa dönemler bir kaç yıldır zaten operasyonlara gönderilmiyordu. Uzun dönem askerlerimizin eğitimi bile dağlarda savaşmak için yetersiz aslında. Pkk'lı orospu çocukları o dağları karış karış avcunun içi gibi biliyorken biz 3-5 ay eğitimle askerlerimizi oraya savaşa gönderiyorduk. En azından bu yeni düzenlemeyle milletvekili ya da bakan çocuklarının kayırılması sonucu sadece gariban analarının gözyaşı dökmesi biraz olsun azalır diye umuyorum. Ama benim derdim başka...

Her zaman savunduğum bir şey var. Eğitim çok ama çok küçük yaşlarda başlar ve belli bir süreden sonra yırtınsanız da bazı şeyleri değiştiremezsiniz. Bu nedenle yapılması gereken, getirilmesi gereken çok önemli bir uygulama var bana göre. Bir çocuk "Oyuncak Tabanca"'yla oynarsa, ondan barış beklemeyin. Silah namına ne varsa oyuncak olarak yasaklanmalı. Bir çocuğun oyuncak silahla oynaması ne demektir ya? Şiddet eğilimine olanak sağlayan, bilinç altında oluşturan, şiddeti öğreten unsurların en önemlisi. Çünkü "Çocuk oynarken öğrenir." Bu evrensel bir kuraldır. Reyting uğruna, biraz daha para kazanma uğruna televizyonlarda yayınladığınız şiddet barındıran tüm içerikler elektrik süpürgesini gölgede bırakırcasına o çocukların hepimizinkinden taze beyinleri tarafından çekiliyor ve siz bir kaç yıl sonra aynı çocuğu bir gazetenin 3. sayfasında karısını bilmem kaç yerinden bıçaklamış halde ya da Flaş Tv'nin herhangi bir programında görebiliyorsunuz. Var mı öyle yürekli olan? Var mı çıkıp oyuncak silah ne varsa yasakladım diyebilen? Yiyen?

Biz böyle bir toplumuz çünkü. Çünkü biz ne düğünleri doğru düzgün kutlamasını, ne de bir maç galibiyetine sevinmeyi becerebiliriz. Sevincimiz ne oranda büyükse zaiyatımız da o oranda büyüktür bizim. Ölürüz biz sevinirken... Öldürürüz. Çünkü Türküz biz. Ne de olsa At, Avrat, Silah ekolünden geliyoruz. Ne demekmiş silahsızlanmak, barış...

Bugün duyduğum bir haberse beni daha da mutlu etti. Fethiye ve Bodrum'da yapılan bir uygulamada oyuncak tabancasını getiren çocuğa kitap veriyorlarmış. "Oyuncak silahı getir kitabı al" kampanyasıymış. Bugüne kadar daha güzel bir kampanya duymadım. Her ilde olması gerekiyor. Acilen...

Bilmiyorum bir gün görebilir miyim böyle bir uygulama ama eğer gerçekten isteniyorsa, yalnızca güzellik yarışmalarında aptal sarışınların hedefleri olarak bildirdikleri bir şey değilse "Dünya Barışı", eğiterek, ve çocukla başlayarak ulaşılabileceğini düşünüyorum. Ben askerlik dışında elime silah almadım. Ve çoğu insanın aksine bununla GURUR duyuyorum...

  

20 Kasım 2012 Salı

Le petit Nicolas (Pıtırcık) - 2009

Yönetmen: Laurent Tirard

İnsanların olduklarından farklı görünme çabalarıyla dalga geçen ve aynı zamanda bunun saçmalığını da vurgulayan eğlenceli bir Fransız kara mizah örneği. Filmlerle ilgili spoiler vermeyi sevmiyorum. Ama gayet keyifli zaman geçirebileceğinizi söyleyebilirim. Çocuklarla film çekmenin zorluklarını çok iyi bilen biri olarak, böylesine bir kadroyla başa çıkmayı başarmış ekip alkışı hak ediyor bence. Ve çocular... Çok doğal ve güzel oyunculuk sergilemişler...

İyi Seyirler...











Filmin Fragmanı;