Sayfalar

9 Aralık 2011 Cuma

Şşşşştt...!



hani bir durum karşısında söyleyebileceğiniz hiçbir şey kalmaz ve sadece tükürmek istersiniz ya? bugün bunun nasıl bir şey olduğunu ilk defa bukadar iyi anladım ve insanlardan bir kere daha nefret ettim. nefret kelimesi çok ağır mı oldu sizce? ya da abartı mı? kesinlikle değil. evet, açık söylemek gerekirse insanları genel anlamda seven biri değilim. hatta çoğu zaman hayvanları daha çok seviyorum. ama bugün, kendi menfaatleri uğruna insanların ne kadar bencilleşebildiğini gördüm ve evet; bugünkü kelimemiz "nefret".

bugün ayağımdaki bir ağrı nedeniyle doktora gittim ve klasik muayeneden sonra doğal olarak röntgen filmi istedi doktor. röntgen için beni yönlendirdiği yere doğru ilerlerken, kayıt masasına yaklaştıkça etrafımın kalabalıklaştığını hissettim. öyle ki; masanın olduğu bölüm kabe'den farksız. insanlar kayıt yaptırabilme umudunun etrafında dönüp duruyor, bir sıra daha önden alabilmek için birbirlerini eziyorlar. ben numara alabilen şanslı hacılardan biri olarak, aldığım numarayı birbirlerini ezen hacılara faiş fiyatlara satmakla ilgili kayserili duygularımı bir kenara bıraktım ve beklemaya başladım. saat sabahın 9'uydu ve önümde 132 kişi vardı. bunun bir de birkaç saat sonrasını düşünsenize? daha da kalabalıklaştığındaki halini? sadece bir röntgen filmi için tün gününüzü hastanede harcıyorsunuz. yaklaşık 2 saat sonra sıra bana geldi ve nihayet alabildim kayıt numaramı. sonrasında röntgen için verilen numarayla röntgen kapısında beklemece başladı. aslında şöyle de özetlenebilir belki durum; eğer paran yoksa, devlet hastanesine gitmek zorundaysan, ve devlet hastanesinde bile bir tanıdığın ya da adamın yoksa, sadece bekliyorsun arkadaşım. değişen tek şey bekleyeceğin mekan oluyor. sıra sonunda sana geldi ve filmini çektirdin mi? güzel. şimdi öncelikle yapman gereken şey, "hemen sonucu doktora gösteririm" gibi pembe hayallere kapılmamak olmalı. çekilen film 3-4 saat sonra çıkıyor. ki zaten onu aldığında da seni aşırı tanıdık bir manzara bekliyor. doktorun kapısında en uzunundan ve gergininden bir kuyruk... özlemiştin di mi? hadi buraya kadarkiler bir nebze ama, işte asıl iğrençlik bu kuyrukta başlıyor...

sabahki randevu listesi artık iptal olduğundan kıran kırana bir mücadele başlıyor resmen. omuz omuza...
hatta bu durum için strateji geliştiren doktorlar bile var. örneğin içeri bir muayene alıyorsa sonrasında bir sonuç gösterimi alıyor. tabi bu arada hastanede çalışan hasta bakıcısından hemşiresine herkes ellerinde tanıdıklarının filmleriyle sorgusuz sualsiz içeri giriyorlar. onlar sayılmıyor çünkü. çünkü sırada bekleyenler de hasta değil. hatta onlar insan bile değil di mi? herhangi bir sıra olmadığından, aslında çok büyük sıkıntısı olmayıp yaşlılığını bahane eden yada kendini acındırmaya çalışanlar giriyor devreye. okadar ki; sedyeyle getirdiği yakınına, "canın yanıyomuş gibi görün" diyenlere şahit oluyorsunuz. hasta bakıcılar içeri tek bir filmle de girmiyor. ellerinde içi filmlerle dolu poşetler... 

siz? siz bekliyorsunuz. hani belki bir gün sırada kimse kalmaz da içeri girebilirim diye. peki tepki gösterdiğiniz de noluyor? işte burası çok enteresan... hiç bir şey değişmiyor. istediğiniz yere şikayet edin hatta. size "kimi kime şikayet ediyorsun" şarkısını gönderiyorlar. ama şuç sizde. hastanelerimizde yıllardır bu sistemin parolası gözümüze sokulmadı mı? "sus" işareti yapan hemşire fotoğrafı "lütfen sessiz olun" anlamına geliyor mu sanıyorsunuz? "sus sesini çıkarma, bu kervan böyle yürür" anlamına gelir o işaret. ablam yıllar öncesinden ipucunu vermiş. suç bizde.  üstelik şöyle bir yanıt alabiliyorsunuz önünüze geçmeye çalışandan; "ben sonuç göstericem sadece." e biz başka bir şey mi göstericez? böyle bir mantık olabilir mi? oradaki insanlar tuvalet kuyruğundaymış gibi "sadece sonuç göstericem" diyor bir de!

sıra numarası almadan muayene olmaya çalışanlar, içeri başkasıyla birlikte girip kendine o kişinin akrabası süsü verenler... kısacası bitmiş arkadaşım. ne saygı kalmış, ne insanlık. o kadar hasta olan insanlar bile cinlik peşinde. tam tabiriyle millet birbirini ayakta s.. meye çalışıyor.

"her şeyin başı sağlık" diyenler var bir de. hayır arkadaşım, her şeyin başı para. görüyoruz ki paran olmadığı taktirde sağlığın da olmuyor. geçtim sağlığı, sağlığına kavuşmak için mücadele fırsatın bile olmuyor. bunları okurken sizin de burnunuza o hastane kokusu geldi di mi? umarım kimse hastanelere düşmez ve duymaz o kokuyu... paranız yoksa tabi...

8 Aralık 2011 Perşembe

Bugün Günlerden...


Bugün günlerden yağmur;


İstanbul'un eski bir sokağı gibisin bugün.. Sabahın ilk ışıklarıyla, yağan çiğ ve nem yüzünden parıldayan arnavut kaldırımlı sokağın taşları gibi ürpertici yokluğunu düşünmek..
Yıllar sonra çocukluğunun geçtiği eve gidip boş ve harabe duvarların soğukluğunu okumak gibi seni özlemek ve balkondan sarkıttığı sepetle, bakkaldan istediği süt ve ekmeği bekleyen yaşlı adamın sabırsızlığı gibi seni beklemek...
Sabahlayıp yine de gündoğumunda kendini dinç hissetmek gibi seni düşünmek.. Ya da günlerce hayalini kurduğu oyuncağı, bayram sabahı başucunda bulan çocuğun sevinci gibi..
17 yıl boyunca her gün özenle bakılıp büyütülen ve onca yıl sonra sadece 8 saniyeliğine açıp ölen bir çiçeğin ömrünü izlemek gibi gözlerindeki parıltı.. ve o 8 saniye kadar özelsin kadınım.
Tam yerinde basılan bir notanın ya da gönül teline dokunan ud'unki kadar anlamlı uyanır uyanmaz çatlak bir sesle senden duyduğum "canım"'la güne başlamak..

Bugün günlerden yağmur bitanem..

Yaklaşan her günün belirsizliği birikiyor içimde. Sen olmadan içimden atamadığım.

Bugün günlerden kırmızı bitanem..

Öpmeye doyamadığım ellerindeki ojelerin gibi, ilk kez "seni seviyorum" cümlesini sevdiğinden işiten çocuk ya da gidişimi her düşündüğünde dolan ve kızaran annemin gözleri gibi...

Bugün günlerden yağmur, kırmızı ve sensin sevgilim..

Son nefesimde bile yanıbaşımdaki senin kirpiklerini öper gibi...

Mor ve Turuncu

"pozitif olmak lazım." bu, son zamanlarda mahallenin bakkalından bile duyduğum avutma cümlesi. ama hiç biri bu akşamki kadar etkili olmamıştı. bu arada "ulan mahalle bakkalı mı kaldı?" diye düşünebilecekler için hemen belirtmeliyim ki "evet kaldı arkadaşım." ve yine kafa karışmaması için belirtmekte fayda var, bu akşamki avutmanın etkili olmasında bakkalın hiç bir rolü yok...

mor ve turuncu. pozitif deyince aklıma ilk gelen renkler. hatta bunu yıllar önce bir yerde okuduğumu hatırlıyorum. "sabah uyandığınızda ilk gödüğünüz renk turuncu olsun ki gününüz iyi geçsin" diyordu. tabi bu ne kadar geçerli bir önerme bilemem ama turuncunun sıcak bir renk olduğuna ve pozitif enerji verdiğine katılıyorum. ama günün iyi geçmesi kısmı her zaman denk gelmeyebiliyor. çünkü cinnet geçirip kocasını 56 yerinden bıçakladıktan ve çocuklarını boğarak öldürdükten sonra televizyonun karşısına geçip çekirdek çitleyen sakine hanım da öğleden sonra kuşağındaki kadın programını izlerken turuncu bir odada oturuyordu. her neyse... zaten bunun da bizim bakkalla bir ilgisi yok...

haziran ayının ortalarına doğru gelmiştim istanbul’a.  içimde okulu bitirmiş olmanın yarattığı gaz. Bu sanırım benim gibi bu işi gerçekten yapmak isteyen herkesin ilk zamanlarda içinde oluyor. Okul biter bitmez herkes aklındaki projeleri derhal yerine getirebiliceği inancına vet oz pempe gözlüklere sahip oluyor. Işte sorun bu gözlükleri çıkardığınız an gözlerinizin manzaradan rahatsız olması ve güneşe alışmaya çalışırcasına ortama alışmaya çalışması anında ortaya çıkıyor. Öyle bir yer ki burası,  diğer tüm şehirlerden ve ortamlardan farklı. Anadoludan birinin istanbul’a geldiğinde sudan çıkmış balığa döndüğünü söylediklerinde yine mi aynı laf derdim ama bişey söyliyim mi? evet yine aynı laf. Hatta tekrar. Çünkü eğer çok ama çok sağlam bir tanıdığınız yada ciddi anlamda paranız yoksa, Istanbul adındaki küçük hanım sizi donunda sallıyor.  Bu nedenle ben istanbul’u şöyle tariff ediyorum;

“aslında istanbul'un üstünde sabahlıkla kanepeye uzanmış ve sigara içip dumanını yüzüne üfleyen bir kadın. istediğinde hiç ibr şekilde ona yaklaşamadığın gibi, arkanı döndüğünde de seni delirtmek istercesine gel diyor...”


istanbul’a yerleştim ve bahsettiğim düşüncelerle müthiş bir heyecanla doluydum. Ama yaklaşık 3-4 ay mesleğimle ilgili hiç bir şey bulamayınca umudum büyük ölçüde kırıldı. Hiç bir zaman o heyecanımı kaybetmedim ama. Bir gün mutlaka olucak biliyordum ama bu sürenin uzaması çok canımı sıkıyordu. Boş durmak istemediğimden ve sevmediğimden bir kafede garsonluk yapmaya başladım. Tuvalet bile temizliyordum. Bazen “ulan ne okuduk ne yapıyoruz,” yada “bunun için mi okuduk” diyip resmen mutsuz oluyordum ama şimdi fark ediyorum ki o kafede çok şey öğrenmişim. Gerçekten çok şey. Günde 12 saat çalışıyordum ve gece eve geldiğimde bitkin oluyordum. Çünkü 1 dakika bile oturmak yasaktı. Bir gece eve geldiğimde, yorgunluktan uyuyamadım ve super baba dizisinin bir bölümünü izledim… fakat uykum yine gelmedi. Ardından tatar ramazan’ı izledim. Ve uyudum. Ertesi gün işe gittiğimde akşama doğru birden kapıdan içeri super babadaki ipek ve kadir inanır girdi… ve ben de gayri ihtiyari onların suratına karşı “oha” dedim. Tabii daha sonra onlara da durumu anlattığımda onlarda bana hak verdiler. Ve o gün kadir inanıra hikayemi anlattım. Mutsuzluğumu, ne umduğumu ve gerçekten vazgeçmeyeceğimi anlattım. O da bana herkesin bu şekilde başladığını ve asla mutsuzluğa kapılmamam gerektiğini söyledi. Bunu herkesden duyuyrdum ama onun söylemesi çok daha etkili oldu. Tatar ramazandı çünkü o. mazlumun yanındaydı yine. Yine arka çıkmıştı..:) ve giderken bana 100 lira bahşiş bıraktı tatar ramazan. Sinemadan ilk paramı kazanmıştım. Bunun sevinciyle etrafımdaki tüm mutsuzluk bulutlarını dağıttım. Ve birkaç gün sonra garsonluktan kovuldum. Gerçekten kovuldum. Gerekçe ise o işi yapamıyor olmam ve garsonlar arasında tek üniversite mezunu olmamdı. Fakat aynı gün bir dizide yönetmen asistanı olarak işe başladım ve bir teşekkür daha gönderdim tatar ramazan’a. umutsuzluğun yeri yok gerçekten. Gerek de yok. Çünkü pozitif oldukça evren bir şekilde size istediğinizi veriyor. Siz çağırmayı bilin yeter. Siz turuncuyla güne başlayın, morla huzur bulun ve pozitif olun. Evrenden isteyin. O yapamazsa tatar ramazan koşar imdadınıza korkmayın!

Michael, Peter Pan ve Dayım...

yaşıtım olan çocukların, voltranhe-man ya da ninja kaplumbağalardan özellikle michalengelo’yu kahraman olarak benimsedikleri dönemlerde, çocukluk kahramanım olarak hayatımda yer edinmiş efsane. burası yazının tanım kısmını oluşturuyor. bu yazıyı yazabilmek için 25 haziran 2009 den beri bekliyorum ve anca bu gücü bulabildim. çocukluk kahramanımı kaybettim...

dayım sayesinde başlamış her şey... ben 3 yaşındayken çıkan  bad albümü, dayımın önerisiyle benim uyku müziğim olmuş. ne zaman uyutulacak olsam, kasetçalar’a bad albümü takılır ve tüm gün evin altını üstüne getiren serkan'ın sakinleşmesi beklenirmiş. işe yararmış da. bu kısımları çok net hatırlamıyorum ama, 4 yıl sonra 1991’de bir sabah uyandığımda, yastığımın altında yine dayımın hediye ettiği dangerous albümünü gördüğüm anı hayatım boyunca unutmayacağım. neden bilmiyorum ama albümü elime alır almaz koklamıştım ve o albüm hala farklı kokar bana. şimdi düşününce bu bile anlamlı geliyor. bu zamana kadar çok az vakit geçirebildim dayımla. almanya’da yaşıyor olması, gerçekten çok nadiren ziyarete gelebilmesi ve daha birçok nedenden ötürü hayatımda dayımla görüşmelerimin toplamı 6 ya da 7 dir. onu çok seviyor olmamdan, çok az görüyor ve sürekli özlüyor olmamdan ve sınırlı görüşmelerimiz sırasında da hayatıma michael jackson’ı sokmuş olmasından sanırım, belli bir yaşıma kadar dayımla michael jackson’ı özdeşleştirmiştim, michael jackson’ı dayım sanmıştım. evet belki şu yaşta olsa hastalıklı bir durum olurdu ama o yaşımı düşündüğümde çok masum geliyor bana.

tüm okul sonraları ve yaz tatili boyunca sokakta dahil olduğum oyunlar, mahalle arkadaşlarıyla organize olunarak çıkılan meyve hırsızlıkları ve bunun gibi bir çok aktivite, dayımın bu son armağanıyla sekteye uğramıştı. 
 alamancı akrabası olan çoğu türk ailesi gibi almanyadan gelen elektronik aletlerde başı çeken kasetçaları resmen kulağıma yapıştırmış; tüm gün michael jackson dinliyor, karşı apartmanın duvarında düzenlenen geleneksel penaltı çekişmelerini, hava karardığında oynanan saklambaç’ı ve hatta karanlıkta saklambaç oynarken üst mahalleden ayça’yla aynı yerde saklanabilme ihtimalini bile görmezden geliyordum. tek aktivitem o olmuştu. dayımı göremesem de, o bana düzenli olarak michael jackson’ın konser video kasetlerini gönderiyor, yine bir alamancı klasiği olarak çoğu evde yer edinen video ile, dayımı görmemi sağlıyordu. kulağı hoparlöre yapıştırıp müzik dinleyerek geçen zamanlar, yerini çevirip çevirip konser kasetlerinin izlendiği seanslara bırakmıştı. yaşın da ilerlemesi ve ergenliğe de girilmesiyle, izlenilen video kasetler, idol olarak michael’ı almalar, onun gibi giyinmeye çalışarak ayna karşısında ya da gün ışığının beyaz kapıya vurmasıyla oluşan gölgede yapılan dans taklit denemelerine bırakmıştı. sanırım bir akşam yemeği sırasında bir yandan tabaktaki yemekle oynarken bir yandan da eni vici vokke şeklinde kendi kendime mırıldanırken, babamın eni vici vokke’yi yanlış anlaması sonucu michael jackson yüzünden ilk banyo cezamı aldığım tarih de, daha kaygan olur düşüncesiyle apartman içinde moonwalkyapmaya çalışırken merdivenlerden yuvarlanıp ayağımı incittiğim tarih de bu zamanlara denk gelmektedir. annemin çok başarılı bir terzi olmasını hayatım boyunca bir avantaj olarak görsem de bir türlü kendime billie jean kostümü diktiremedim. bu konuyu hala zaman zaman gündeme getirdiğim oluyor ama hala başarılı olamadım.

ortaokul dönemi jackson hastalığının ilerlemesiyle geçti ve liseye başlayacağım yaz almanyaya dayımı ziyarete gittim. hayatımın en önemli üzüntülerinden birine bu kadar yakın olduğumu bilmiyordum. yaklaşık 1 ay almanyada kaldıktan sonra artık dönüş vakti gelmişti ve biletler 15 gün önceden alınmıştı. dayımın hareketlerinde bir gariplik hissediyordum ama bir anlam veremiyordum. ne zaman dışarı çıksak sanki bir şeyleri görmemi engellemeye çalışıyordu. çok üstünde durmadım ve geçiştirdim. fakat dönüş tarihimize 3 gün kala bir sokak afişi acı gerçeği yüzüme vurdu. döneceğimiz gün michael jackson’ın konseri vardı. bilet gününün değiştirilmesi için çıkardığım arızayı tarif edemem. fakat babamdan da gelen talimatlar sebebiyle bilet tarihinde bir değişiklik olmaması sonucu, masada kendi kendime mırıldandığım o büyülü sözcükleri bu defa haykırdım. eni vici vokke! hakkaten 
 eni vici vokke baba!

ve tüm dünyayı hareketlendiren haber! michael hayatının son turnesine çıkıyor. o talihsiz günden sonra bir daha onu sahnede görme fırsatı yakalayamamışım ve hayatımın son fırsatı bana sunuluyor. londra da michael son kez sahneye çıkıyor. gerekirse tanıdığım her kişiden borç isteyerek, bir şekilde gitmeliyim bu konsere ve gideceğim de!. bankadan kredi bile çekilir gerekirse. tüm hazırlıklar tüm planlar yapılıyor. tüm aile benim için benden daha sevinçli... annemde oğlunu kutsal bir göreve yolluyor havası. babamsa hala eni vici vokke. neyse...

pasaport çıkarılıyor, vize konusu hallediliyor. ve kum saati çevriliyor. içi içine sığmaz mı insanın? daha aylar var. ama şimdiden heyecandan sürekli çişim geliyor. ve bir gece, bilgisayarının başında oturan ev arkadaşımın ağzından bir anda şu cümleler dökülüyor...

“hacııı! bir haber var ama bunu sana ben söyleyemem... gel de bi bak istersen...”

o ana kadar sanırım hayatımda bu denli bir acı hissetmemiştim. şimdi ailesinden en yakınlarını kaybedenler belki bana kızacaklardır, tabii ki bir anne yada babanın ölümüyle bir tutulamaz ama bu gerçekten çok farklı bir şeydi. o an o haberi nasıl peşpeşe okuduğumu, nasıl her defasında inanmadığımı hatırlayabiliyorum sadece. 25 haziran 2009 gecesi michael jackson'ı, dayımı, çocukluk kahramanımı ve hayatımda en büyük yere sahip olan sanatçıyı, doktorunun hatası sonucu kaybetmiştim. bu aylar sonra da ortaya çıkarıldığı üzre bir cinayetti. o gece ve cenaze töreninin naklen yayınlandığı gece, ertesi gün hastanelik olacak şekilde kendimi kaybetmiştim. ve bugüne kadar toparlanamadım. hala ne zaman moralim bozulsa, ya da ne zaman mutlu olsam bir şekilde dayımla, michael’la paylaşırım.

90’lı yıllarda çocuk olmakla ilgili söylenebilecek çok şey var. ve benim gibi birçok insanın hayatında eminim ki önemli bir yeri vardır michael jackson’ın. ama ben bu kadar şey yazdıktan sonra dahi hala nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum. sanırım onunla ilgili düşüncelerimi, yada hayatımda ne gibi bir yeri olduğunu anlatabilecek kelimeleri hiç bir zaman bulamayacağım.

kalbinde en ufak bir kötülük olmadığına inandığım tek insan... kendi deyimiyle her şeye “sevgiyle” başlayan, hayatında elde ettiği bir çok başarının bedelini çocukluğunu yaşayamayarak ödemek zorunda kalan ve hep çocuk kalan güzel insan... dayım... 
 peter pan...

seni çok özlüyorum...

“sevgiyle”