Sayfalar

29 Kasım 2014 Cumartesi

Bir Uykusuz'un Rüyası Vol#28

Çıkmaz sokak..

Çoğu insanda olan çıkmaz sokaklarda kapana kısılmışlık ya da tedirginlik hissinin bendeki karşılığının huzur olmasını, çocukluk oyunlarımı çıkmaz sokaklardan birinde oynamış olmama bağlayacakken; yıllardır kullanılmayıp sarmaşıklara ve otlara teslim olmuş tren istasyonundaki, mevsimsel aralıklarla döven yağmurdan çürümüş tahtaları ve paslanmış demir iskeletiyle ayakta durmaya çalışan bankta oturmuş, hayattan elini eteğini çekmeye hazırlanan yaşlı bir çiftin istenmeyen gebeliği gibi peydah oluşumdan bu yana 7 saatin geçtiği düşüncesini soluyorum ciğerlerime...

Gidecek bir yeriniz olmadığını fark ettiğiniz an evinizdesinizdir. Her neresi olursa olsun..

Ciğerlerime çektiğim düşünceyi bir nargile bağımlısının en sevdiği yemekten sonra çektiği ilk fırttaki istekle koyveriyorum. Yola çıkalı oldukça zaman olmasına rağmen şuan bulunduğum noktanın bir güzergahın ilk istasyonu ve çıkmaz sokak olması, aslında bir arpa boyu kadar bile yol alamadığım gerçeğini yüzüme vuruyor. Yeni başladığınız bir kitabın dilinin sizi sarmaması yüzünden bir türlü ikinci sayfaya gönül rahatlığıyla geçemeyip bir önceki paragrafı tekrar ve tekrar okumanız gibi..

Drezin.. Daha önce bir drezin'i hiç gerçekte görmemiştim. Bir tren atomlarına bu kadar güzel ayrılamazdı. Belki biraz dinlenmek istediğimden belki kendimi bir sonraki rounda hazır hissetmediğimden bu kadar uzun burada bekleyişim.. Ya da bunların hepsi yıllardır kullanılmayan bir istasyonda bekleyene yolcu değil de salak denebileceği düşüncesine ayak üstü uydurulan bahaneler...

Hayatta yalnız olduğumuz gerçeğini çok küçük yaşta öğrenip, Tanrının kulları için çok daha ileriki yaşlarda öğrenmelerini bekleyerek hazırladığı sürprizi bozanlardanım. Ama insanlara ve sürprizi hazırlayana bunu belli etmemek için yüzüme ara sıra o şaşkınlığı ve tuhaf gülümsemeyi iliştiriyorum. En azından hayattan bu kadarını öğrendim..

Bazen seçebileceğimiz ikinci bir seçenek yokken ya da tam tabiriyle tek çaremiz varken yine de düşünmeyi seçeriz. Bunun sebebi tamamen hayvani yapımızın ait olduğu doğaya inat insani egolarımızı çiğnetmemektir. Sonuçta "mecbur değildim ben karar verdim" diyebilmek için. Tamamen bu dürtüyle drezin'e atlayıp asılıyorum kola.. Çocukken sadece çizgi filmlerde denk gelebileceğiniz; tren raylarında giden dört tekerlekli, iki kişinin karşılıklı olarak bir kolu indirip kaldırmasıyla yol alabilen bu aletin gerçeğini görmek insana yıllar sonra çocukluğuna ait sandıkta bulduğu jelibonların kokusu gibi geliyor.. İkinci kişinin eksik oluşu, bu son duraktan itibaren nereye gittiğini bilmediğim yolda daha da zor bir yolculuğun beni beklediğini gösteriyor.

Bir yeri sahiplenmeniz ya da kendinizi artık oraya ait hissetmeniz için orada ne kadar zaman geçirmeniz gerekir? Çocukken yastıklar ve nevresimlerle yaptığınız sığınak, anne baba kavgasından; duygularınızın etrafa saçılmasını önlemeye çalıştığınız ve 7 saatinizi geçirdiğiniz bank, sonunu göremediğiniz bir viraja benzeyen yolculuk öncesi psikolojisinden sizi koruyabilir mi? Yanımda sadece çantam..

Yerde bulduğum, üzerindeki tarih silinmiş bir biletin üzerine uykusuz yazarak bankın üzerine bırakıyorum. Tarih yazısının silinmiş olması bir bakıma yolculuğumun zamandan soyutlandığını hissettiriyor. Sadece bir kaç saniyeliğine.. Hepsi o kadar..

İstasyon yıllardır kullanılmasa da benden sonra bekleyecek olabilir düşüncesiyle ya da insanın aptal doğası gereği iz bırakmaya çalışmasıyla yaptığım bu hareket; tuvaletinizi yaptıktan sonra rulodaki tuvalet kağıdının bittiğini farkedip dolaptan yeni ruloyu alırken ne kadar özen gösterseniz de ıslak parmağınızın ruloda bıraktığı izle sizden sonraki kişiye "Oradaydım" mesajı bırakmanızla hemen hemen aynı hissiyatı taşıyor..

Yürümeyi tekrar öğrenen birinin adımlarıyla eş değerde hareket ederek yola koyuluyorum. Drezin bana trenin yavrusundan çok yıllarca ruhani yolculuklara çıktığım lunapark oyuncaklarını hatırlatıyor.  Gökyüzünün katmanlarında yolculuk yaptığım tren, Nuh'un gemisindeki hayvanları topladığım gondol, 15 derece geriye yatarak dünyanın merkezine seyahat edebildiğim dönme dolap ve şuan önümdeki viraj gibi, bir yere varacağına kendinizi gerçekten inandırırsanız istediğiniz her yere gidebileceğiniz atlı karınca..

Tı-tık tı-tık.. Tı-tık tı-tık..

22 Kasım 2014 Cumartesi

Köstegöbek..

Üniversiteden sınıf arkadaşım Burak Apaydın benim gibi bağımsız sinema yapmayı tercih eden sevdiğim arkadaşlarımdan.. Çoğu meslektaşımızın kolay kolay göze alamayacağı bir şey yapıp, ekibiyle bir köye gidip, sponsorsuz bir şekilde, tamamen kendi ve köylünün yardım ettiği imkanlarla film çekmeye karar verdi. O kırılma noktası nasıl oldu diye sorduğumda da çok önemli bir şey söyledi bana;

"Yapamayacağımızı söyleyen çok kişi oldu. Fark ettik ki kime bir şey danışsak, belik isteyerek belki istemeden bize neleri yapamayacağımızı anlatmaya başladı. Biz hiç birine kulak asmadık ve yaptık."

Bu kilit nokta. Gözü karartıp yola çıkmak gerekiyor. Arkadaşımı tekrar tebrik ediyor, kendi yazdıkları filmin tanıtım metni ve mini fragmanıyla sizi başbaşa bırakıyorum :)





"Sanatçı! Aydın! Eğitimci! Entellektüel!

Bu ve bunun gibi kelimelerin ardına saklanmaya çalışan acınası insanlar...

Sağlanamayan aydınlığın sorumlusu sizlersiniz. Evet. Muhafazakarlar değil, sizlersiniz. Bu, bir hastayı hasta olduğu için suçlamakla eş değerdir. Muhafazakarların gelişme ve geliştirme kabiliyeti yoktur. Muhafazakarlık bir sonuçtur. Aydınlanamamanın sonucu. Aydınlar(!) sahip olduğunuz bilgiyi; geliştirmek ve aktarmak yerine, daha fazla rahat yaşam için dilenmekle harcıyorsunuz.

Eğer bu coğrafyanın %98'i doğduğunda kendini hala Orta çağ'da buluyorsa; bu toprakların üretim ve aktarım dinamikleri küflenmiş demektir. S.ktiğimin ressamları, heykeltraşları, yazarları, şairleri, tiyatro ve sinemacıları, zartları zurtları daha fazla ünlü olun ve kaldığınız yerden mastürbasyonunuza devam edin.

Bu topraklarda çocuklar öldürülüyorsa, çalıştırılıyorsa fabrikalarda bütün gün, s.kiliyorsa imam nikahı bahanesiyle 8 yaşındaki çocuklar kartlaşmış adamlar tarafından, dağlarda hiçbir sebebi olmadan insanlar birbirini öldürüyorsa ve ülkenin tamamına yakını her akşam s.ktiğimin televizyonunda saçma sapan seyirlere mahkum oldurulmuşsa, kimsenin aydınım demeye hakkı yoktur bu topraklarda.

Karanlık bir odada yandığını iddia eden bir ışık kaynağı olabilir mi?

Necip Hablemitoğlu ve onun gibiler aydınlatma çabasına girdiği anda infaz edildi. Bu ülkenin emeğini sömürme hesapları yapan kapital tanrılara kafa tuttu. 10 yıl, 50 yıl sonra bu coğrafyada doğacak canlılar için... Öldü...

Şimdi biz 14 kişi ve 5 köy çocuğuyla bir kıvılcım çıkartabilmek için karanlıkta bu çağın en etkili ve dürüst aktarım biçimi olan bağımsız sinemayı kullanıyoruz.

Hedef kitlemiz karanlığa mahkum edilmiş olanlardır."



13 Kasım 2014 Perşembe

A113'ün anlamını biliyor musunuz?

Bir animasyon hastası olarak Pixar'ın yeri bende çok ayrıdır. Ve zamanında A113 detayını fark edebilmiş biri olarak kendimle gurur duyuyorum :) Animasyonun, çizgi filmlerin ne kadar meşakkatli işler olduğunu biliyorsunuzdur. Ve kötüsüne katlanılamadığını da.. Pixar birçoğu arasında gerçekten parlıyor bu anlamda.

Peki nedir bu A113? Bir çok Pixar filminde mutlaka bir sahnede bir yere gizlenmiş halde görebilirsiniz bu sayıyı. İlk başlarda öylesine uydurulmuş bir sayı işte izlenimi uyandırmıştı ancak filmler çoğaldıkça ve sayı hiç değişmedikçe insanlar anlamını merak etmeye başladı. Bugüne kadar 14 Pixar filmi başta olmak üzere 45 filmde görülen A113 sayısının; tüm bu filmlerin yapımında çalışan animasyoncuların, grafikerlerin, çizerlerin mezun olduğu California Institute of Arts'taki sınıfın kapı numarası olduğu ortaya çıktı.

Benim çok hoşuma gitti bu bağlılıkları. Ben de oradan mezun olmuş biri olmayı çok isterdim. Yıllarca aynı sıralarda eğitim gördüğünüz arkadaşlarınızla hayallerinizi paylaşıyorsunuz, projeler tasarlıyorsunuz, bir nevi vefa göstergesi olarak da böyle bir parola buluyorsunuz. Ben gerçekten çok imrendim. Sanırım bundan sonra sahnelerde "A113" aramaktan filme odaklanamayacağız...







29 Ekim 2014 Çarşamba

Cumhuriyet demek...


Bugün 29 Ekim.. Bugün belki de 91 yıldır bu ülke için yılın en önemli günü.. Bu ülkeye edilen ama milletimizin mazlum genlerinden mi yoksa aptallığından mı anlayamadığı en büyük ve güzel armağanın kutlandığı o kutsal gün!

Karşı gelen bazı çevre ve zihniyetlerin o karşı gelişlerini dile getirmelerine olanak sağlayan Cumhuriyetin kutlandığı güzide gün..

Peki bu yıl nasıl kutluyoruz bu günü? Her yıl ettiğimiz, "Bu yıl daha çok insan Cumhuriyet Bayramının anlamını kavrar, ne kadar önemli olduğunu anlar." temennimizin bu yıl neresindeyiz?

Bu sabah gördüm ki bu temenniye yaklaşamamışız bile. Bırakın bu günün önemini anlamayı, bu gün için heyecanlanmayı, çoğu insan için sıradan bir günden farkı kalmamış. Ülke için en önemli şey olan, geleceğimizin teminatı olarak gördüğümüz çocuklarımıza örnek olmak umrunda bile değil adamın. Balkonuna bayrak asmayı bir zorunluluk olarak görüp, konu komşu siyasi görüşümü anlar ya da bu sene dağıtılacak erzaktan faydalanamam korkusuyla yaşayan insanların dönemi olmuş..

"Nerde o eski bayramlar" kıvamında bir tribe girmek istemiyorum ama ben çocukluğumdaki Cumhuriyet Bayramının sabahını hiç unutmuyorum. O sabah ki heyecanımı, kahvaltıyı bir an önce bitirip annemle ya da babamla tören alanına bir an önce gidebilmek için duyduğum telaşı.. İçimdeki o mutluluğu anlatamam.. Üstüne her yıl eklememiz gerekirken, bizden sonrakilere aktarmamız gerekirken bu yıl neresindeyiz bu kutlamaların? Bu sabah bir ilköğretim okulundaki törene gittim. Bir çok öğretmeni tenzih ederek söylüyorum bunu ama bazılarının kesinlikle öğretmenlik yapmaları yasaklanmalı. Hatta bu zamana dek yaptıkları yüzünden cezalandırılmalılar. Bu kadar özensiz, bu kadar çocuklara hiç bir şey katmayan saçma sapan insan benim canımı acıtıyor.

30 yaşımda, Cumhuriyet Bayramı sabahları hala çocukluğumdaki heyecanı duyuyor olmamın bence sebebi ilkokul öğretmenim. Öylesine güzel işlemiş ki bize Atatürk sevgisini ve bu günün önemini, geçtim yobazını bokunu püsürünü, kralı gelse silemez kalbimizden!

Her geçen gün daha da kötüye gidiyor olabilir. Ben de bu düşüncedeyim. Ama ben benim dönemimden, benim gibi yetiştirilen çocuklardan da çok umutluyum. Bugün insanların inançlarını sömürenler her şeyi tekellerine almış gibi görünse de, tek adam laflarıyla, başkanlık sistemi sevdasıyla saraylar inşaa edilse de, daha bir kaç ay önce yaşanan ve 301 kişinin öldüğü (301 olmadığını hepimiz biliyoruz. Bir vardiya da 650 kişi çalışıyordu) maden kazasından sonra güya ders alınıp yasa değiştirilse de (yasanın içeriği aynen kalmıştır.) insan hayatı hiçe sayılıp bu değişiklikten sonra bile yeterli kontroller yapılmasa ve bugünkü 18 olarak belirtilen işçimiz yine madende mahsur kalsa da ben benim neslimden umutluyum. O kadar leş bir yüzsüzlük dolanıyor ki ortalıkta, mide bulandırıcı. Ülkemde hiç ama hiç bir şey hakkı verilerek yapılmıyor resmen. Bu net.

Ben olsaydım yerlerinde, ekrana çıkıp demeç vermeye yüzüm olmazdı. Dünyada örneği yokmuş bir madeni su basmasının. Sen tedbir ne demek bilmiyorsun ki? tabiki senin ülkende olacak bu kaza. Yurt dışından örnek veremedin di mi bu sefer? Sıkıştın mı noldu? Tüm dünya ebola tehdidine karşı kırmızı alrama geçmiş. Soruyorlar bizimkine ne gibi önlemler alındı diye.." Tüm birimlerimiz gereken önlemleri aldı" diyor. Alınan önlem ağza takılan lastik maske. Biz de bu kadar işte. Bu kadar...

Ben güveniyorum. Üzerime düşeni yaptığıma, Ata'ma verdiğim sözü elimden geldiğince tuttuğumu düşünüyorum. Yaptığım işi en iyi şekilde yapmaya çalışmak da, bir çocukğun yüreğine Atatürk sevgisi düşürmek de bir çabadır. Ve inanıyorum ki benim gibi bir çok insan var...

Böylesine saçma bir dönemde, benim gibi yüreğinden Atatürk sevgisi eksik olmayan herkesin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını gönülden kutluyorum.

Ne Mutlu Türküm Diyene!

13 Eylül 2014 Cumartesi

Yaşayanların Ağzından "Süper Baba"...

Zamanın belki de tüm Türk dizilerinin en iyi dizisi denilebilir onun için. Benim yaşıtım bir çok çocuk için pazar günleri yapılan banyonun ardından "Bizimkiler"'i izlemek nasıl tarifsiz bir ritüelse, cuma akşamları da "Süper Baba"'yı beklemek öyleydi. Çok klasik ve doğru bir laf vardır;

"Seyirci samimiyetsizliği anında fark eder."

Bu bana göre tartışmasız bir gerçektir. O kadar çok örneği var ki. Süper Baba gibi içten, samimi ve bizden olmayan tüm yapımlar teker teker eleniyor ve dizi çöplüğündeki ebedi yerlerini alıyorlar. Daha jeneriğindeki flütle bile tavlardı bizi. Müzik derslerinin vazgeçilmezi oldu sonra. Müzikleri, oyuncuları, mekanları.. Bir başlarına çok iyi ve biraraya gelince oluşan tablo kusursuz. Yıllar sonra, bu güzel ve sıcak dizinin oyuncularıyla, setteki anılarını ve diziye dair düşüncelerini paylaşabilecekleri bir röportaj yapıp çok güzel bir belgesel ortaya çıkarmışlar. Yalnız bazı bölümleri malesef eksik. Sadece birkaç bölümünü internet ortamında bulabildim. Aşağıda da bunlardan bazılarını yayınlayabiliyorum. Umarım siz de izledikçe sahneleri hatırlayıp o günlere gidersiniz. İyi seyirler :)






23 Ağustos 2014 Cumartesi

Hulusi Kentmen'i hiç kendisinden dinlediniz mi?


Çocukluğumdan beri Hulusi Kentmen dedem olsun istemişimdir. Manevi olarak tüm türkiyenin dedesi olmuştur da. Ve bunca zaman o filmlerde gördüğümüz tonton adam acaba gerçek hayatta nasıldı diye düşünmüşümdür. Gerçekte nasıl bir insan? Ses tonu, konuşması nasıl? Hep bunları merak ederdim. Ve hiç beklemediğim bir anda bir röportajıyla karşılaştım. Eski zaman insanlarının gerçekten bambaşka bir terbiyesi varmış. Bu kadar beyefendi ve mütevazi bir sanatçı görmedim. Bazen sevdiğimiz bir sanatçının günlük hayatına dair bir şeyler öğrenmeye çekiniriz. Çünkü hoşumuza gitmeyecek şeyler görüp sevgimizin azalmasından korkarız. Hulusi dede bu anlamda beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Aksine şimdi daha çok saygı duyuyorum. İyi seyirler :)



22 Ağustos 2014 Cuma

Hababam Sınıfı'nın ilk ve tek mezunu.. Ahmet..


Hababam Sınıfı'na belki de hiç yakışmayıp bir o kadar da onlardan olan ilk ve tek mezun Ahmet.. Mahmut Hoca'nın güvenini boşa çıkarmayıp, her seferinde arkadaşlarına uysa da sonunda canına tak edip Türk sinema tarihinin en iyi ve dokunaklı tiradlarından birini atan, bizden Ahmet... Neşeli Günler'de aileyi bir araya toplamaya çalışan çocukların yanında olan damat adayı Ahmet..

Ahmet Sezerel.

Neşeli Günler filmiyle ilgili anılarını anlattığı videoya rastlayınca sanki yıllardır görmediğim dayımı görmüş gibi sevindim. Biraz kilo almış, yaşlanmış ama bakışlar hala o bizden Ahmet'in. Bir Yeşilçam hastası olarak hep merak ettiğim şeylerden biri de Hababam Sınıfı, Neşeli Günler, Bizim Aile, Gülen Gözler gibi filmlerin kamera arkasında nelerin yaşandığıydı. Keşke şimdiki gibi o dönemde de kamera arkası çekimleri mümkün olsaydı da o set anılarını da paylaşabilseydik. Umarım Ahmet abinin anılarını siz de beğenirsiniz. İyi Eğlenceler :)




21 Ağustos 2014 Perşembe

Susam Sokağı Kamera Arkası


Kendimi en şanslı hissettiğim konudur Susam Sokağı.. Belki bununla ilgili tonlarca yazı yazmışımdır ama klasik bir "Nerde o eski çocuk programları" serzenişi değil bu. İnsanlığın son dönemine yetişen şanslı nesilmişiz biz. Şimdiki çocuk programlarıyla kıyaslamak mümkün bile değil.

Benim için diğer bir önemi de üniversite stajımı yapmaya TRT'ye gittiğimde yaşadığım olaydan kaynaklanır. Staj için yanında görevlendirildiğim Sabri Özmener'in Minik Kuş'un içindeki adam olduğunu öğrendiğimde refleks olarak sarılmıştım hocama.. Buradan sevgiler, saygılar.. Geçtiğimiz günlerdeyse Susam Sokağı'nın kamera arkası fotoğraflarına rastladım ve hemen paylaşayım dedim.. Tüm zamanların en iyi çocuk programının bu fotoğrafları oradaki emeği çok güzel ortaya koyuyor;


    Muppet Show'dan da tanıyacağımız "Kermit"'in kuklacısıyla fotoğrafı..


Türkiye versiyonunda bu fotoğraftaki insanların yerinde Hakan abi, kız kardeşi, bakkal amca ve marangoz amca oturuyordu. 


Benim çocukluk kahramanımdır Kırpık. Çocukluğumu hem mahveden hem de güzelleştiren. O fıçının içini merak ederek heba oldu çocukluğum.. :)


Ve Edi'yle Büdü.. Bu ikiliyle büyüyen çocuklardan zarar gelmez. Bu ikiliyle büyüyen çocukların en sevdiği sayı 6'dır.


Şimdi bile o kuklalardan birine sahip olma fikri beynimi yiyor. Bir de çocukken bunlardan birinin doğum günü hediyesi olarak verildiğini düşünsenize..

20 Temmuz 2014 Pazar

Allah Hepinizin Belasını Versin!

Bu temennim birçok kesime bu akşam... Öyle sinirliyim, öyle delirmiş durumdayım ki. "Benim ülkem kimin elinde ne hallere geldi.."'den girip "Bu kadar gerizekalı nasıl olabilir ki insanlar?"'dan çıkabilirim bir solukta bu akşam...

Daha önce bu minvalde bir çok iç dökmelerim olmuştur ama artık zerre anlam veremiyorum ne boktan bir hale geldiğimize. İstanbul'u bilenleriniz bilir. Çok güzel, bir okadar da lanet şehir... Bu akşam metrobüsle Zincirlikuyu'ya gediğimizde gözlerimize inanamadık. Beşiktaş'a kadar trafik kilitlenmiş durumda ve saat 01:00. Daha da açıklayıcı olmak gerekirse gecenin körü...

Neyse dedik bindik bir dolmuşa.. Kaza olmuştur dedik.. Hatta üzüldük Allah yardımcıları olsun dedik.. Belki biz de olabilirdik dedik bir tutam da şükrettik... Ama baktık ki işin rengi çok farklı. Bir gram ilerlemiyor trafik ve iki yanımızdan sülük kılıklı yaratıklar geçiyor. Bilmeyenler için hemen sülük kılık nedir açıklamak istiyorum. Sakallarını aklından uzun seviyeye getirmiş, şalvarlı, cübbeli, kadınlar içinse simsiyah çarşaflara bürünüp, olmayan kafasına bir şerit bağlamış sülük kılıklı yaratıklar demek. Peki ne için gecenin bu saatinde toplanıp yol kapatmış bu insanlar? İsrail'in Filistin'e müdehalesini protesto ediyorlarmış. İsrail konsolosluğunun önünde toplanmışlarmış...

Olayın derinine inelim biraz... Tiplere baktığınızda kafayı yersiniz.. 15-16 yaşında çocuklar, bu yaş grubundan 40'lara 50'lere kadar kadınlı erkekli gruplar ve 70 yaş ve üzerindekilerden herkesi görebilirsiniz. Küçücük çocuğunun elinden tutmuş onu panayır alanına götürürcesine sürükleyen kapalı kadınlar... Bu neyin kafasıdır? Gerçekten soruyorum! Bu kadar "Gerizekalı" olabilmek için nasıl bir yol izleniyor? Böcek kadar beyni olmayan, insan olarak görmeyip ölse su vermeyecek kadar saygı duyduğum yaratıklar! Ne zannediyorsunuz? Neye hizmet ettiğinizi ya da ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Bu şekilde yolu kapattığınızda, orada tekbir çektiğinizde Filistin'e yardım mı etmiş oldunuz? Bu mu?

Daha açıklayıcı gidelim.. Dolmuş gıdım gıdım ilerlerken yanımızdan bu şekilde giden insanlara bakarak aşağı yukarı portreyi çizdik zaten. Dolmuş içinde bu saçmalığı eleştirel konuşmalar yapılmaya başlandı ve insanlar tepkilerini göstermeye başladı. O sırada yanımızda başka bir minübüs durdu ve içinde ellerinde Filistin bayrakları kafalarında şerit bir sürü tip.. Bizim dolmuşun en önünde oturan kadın dayanamadı ve bağırdı;

"Ne kadar ödediler size? Ne kadar para verdiler?"

Adam "Ne dedin anlayamadım" diyebildi sadece. İşine gelmedi çünkü.. Çünkü o kadar belli ki yine belli ücret karşılığında oraya toplanan ve sebebinden zerre haberi ya da bilgisi olmayan bir güruh olduğu.. Ve kimin işi olduğu..

Yol kenarında Filistin bayrakları, üzerine erdoğan'ın resminin basıldığı atkılar satan insanlar.. Bu gerizekalıların toplanışını fırsata çevirmeye çalışanlar.. Yani bir asalak üzerinden beslenmeye çalışan başka asalaklar.. Dolmuş değil serengeti düzlüğünde safariye çıkmış inceleme ekibi bildiğin..

Biz milim milim ilerledikçe sinirlerimiz geriliyor.. Tabi konsolosluk önünde nasıl bir manzarayla karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Yaklaşık 1 buçuk saat sonra konsolosluk önüne ulaştığımızda görüyoruz ki meydan hiç de panayır yerinden farklı değil! Hiç bir hakkı ya da izni olmadığı halde yolu kapatan büyük bir gerizekalı güruh.. Hoparlörlü seçim arabasının üzerine çıkıp bu toplanan gerizekalı güruhu azdırıcı konuşmalar yapmaya çalışan biri.. Köfte ekmek tezgahları.. Bildiğin şwnlik alanı...

Ama içlerinden birine sorsan niye burdasın diye? Bu yaşanan olaylarla ilgili düşüncelerini söyle diye.. İki kelam edebilecek ne beyne ne de yetiye sahip embesil sürüsü..! Ulan şurda kaç ay önce Soma'da senin kendi vatandaşın katledildi.. ona sesin çıktı mı? Yok! Gezi Parkı için senin aydın gençlerin can siperane savaştı.. Haklı mücadelesi için kaç masum çocuğu şehit verdi.. Kılın kıpırdadı mı? Yok.. O kıl kıpırdamaz çünkü göt kılısınız siz doğru!

Kendi ülkende kan gövdeyi götürür sesin çıkmaz, başkası için ağıt yakıp kendini paralamaya can atarsın. Bu demek değil ki ben İsrail'in yaptıklarını savunuyorum. Kimse Filistin'de yapılan insanlık dışı duruma tepkisiz kalamaz. Ama konumuz bu değil. Konumuz daha ne için nefes aldığı konusunda bile silme cahil yaratıkların bir bok yaptıklarını zanedip haksız yere insanları mağdur etmesi..

Konsolosluk önüne geldiğimizde inanamadığım bir diğer manzara 2 tane Toma'nın park etmiş olduğu ve önünde polislerin kendi aralarında muhabbet ediyor oluşu oldu.. Dolmuştan doğru bağırdı insanlar... "Görevinizi yapın! Yolu açın! Kapatmalarına nasıl izin verirsiniz!" diye.. Aldıkları cevap tam da polise yaraşır şekildeydi.. "Çevik kuvvete söyle bana ne söylüyosun!" Bunu söyleyen de trafik polisi...

Nasıl izin verdiniz orada toplanan insanlara? Tomalarınızın suyu mu kesildi? Onlar toplanınca müdehale gerektiren ya da tehdit unsuru oluşturan bir durum yok da, doğa ve insanlık için zararsızca tepkisini dile getiren gezinin güzel insanları toplanınca mı var? Kimin ne hakkı var yolu kapatmaya? Benim hastam olsa ve o orospu çocukları yüzünden hastaneye yetiştiremesem? Ölse yolda?

İşte bu haldeyiz artık.. Türkiye Cumhuriyeti burası.. Önce Suriyelilerin, çok yakında da Filistinlilerin dilenci yüksek lisansı yapmak için yerleşeceği, bazı çevreler tarafından oy alma potansiyeli olarak görüldüklerinden hiç bir şekilde müdehale edilemeyecek insanların ülkesi artık.. Çocuğuna Filistin bayrağı alıp elinden sürükleyerek olay mahaline koşan kadın.. Bir 29 Ekim'de aynı duyguyla kşmazsın. Senin olmayan beynine eşşekler sıçsın..

Kullandığı otomobilde, alanda selfie çekmek için kıçını yırtarken kullandığı ceğ telefonunda İsrail'in parmağı olduğunu bilemeyecek kadar akıl yoksunu beyinsiz yaratıklar. Bu gecemi ve geleceğe dair tüm umutlarımı mahvettiniz. Allah hepinizin belasını versin!

4 Temmuz 2014 Cuma

Bir Uykusuzun Rüyası Vol#27

"Hepsi senin yüzünden..."

"Senin yüzünden.."

...

Babamın nefes alıp verişi hızlandıkça sesi azalıyor, çatallaşıyordu ve annem altında direndikçe onu daha çok sıkıyordu. Aklını kaybedip, tutunduğu tek cümleyi ağzından köpükler saçarak tüm hiddetiyle haykırışını, annemin boğazına sarılışını, gecenin sürprizini bozmamak için kardeşimle saklandığımız yerden izlerken kaskatı kesilmiştim. Yapabildiğim tek şey ellerimle kardeşimin gözlerini, ağzını kapatmak ve kafası mengeneye sıkıştırılmış; gözleri az sonra koluna girecek şırıngaya kilitlenen bir kobay maymunu gibi annemin gidişini izlemek zorunda kalmaktı.

İzledim.. Gözümü kırpmadan.. Kırpamadan.. Annemin direnci kırılıp kolundaki son derman da yere yığılıncaya kadar, yüzündeki o tedirgin tebessüm ve gözlerimdeki gözleri soluncaya kadar izledim...

...

Daha henüz güne uyanmamış ormanın sabah ayazında aynı kaskatılıkta buldum kendimi.. Uzun süre bağlı kalmış gibi hissediyordum ve hemen hareket edemedim. Etrafımda dün gece yanan ateşten kalan ve hala tüten duman dışında hiç bir hareket yoktu. Yaşlı adam gitmişti ve orman resmen uyuyordu. Yaşlı büyücü gerçekten var mıydı yoksa kurtarımcım sandığım mantarların kurbanı mı oldum bilmiyorum ama ben ilk seçeneğe inanmayı seçtim.

Felekten çalınan ve tanımadığınız bir evde son bulan, deliler gibi içip farklı boyuta geçtiğiniz bir gecenin sabahında, yerde yatanların üzerine basmamaya çalışarak tuvaletin yerini bulmaya çalışan biri gibi sendeleyerek ilerlemeye çalışıyorum uyuyan ağaçların arasından. O geceden kalmaya eş değerde bir miğde bulantısı ve sanki önümdeki yolun gittikçe kararmaya başladığıyla ilgili garip bir his var içimde.

Sanki ilerledikçe ışık azalıyor ve kulağımda fısıltılar...

Sanki dün geceki ihtiyar hemen arkamda kulağıma hala bir şeyler fısıldıyor. Kendimi davet edilmediğim halde geldiğim, ne kız ne de erkek tarafından olduğu anlaşılamayan bir düğünde gibi hissediyorum. Eğer mantarlar bana hala oyun oynamıyorsa onun evindeydim ve en az sürekli dedikodu yapan alt komşu kadar isteniyordum.

Bu saçma sapan düşüncelerle bulduğum aralıklardan yol yapıp yürümeye çalışırken birden bir açıklığa çıktım. Hani gece yatağınızda yatarken karabasan önce ayaklarınızdan yakalar ve hissedersiniz yukarı doğru çıktığını.. Yavaşça önce bileklerinizden tutar. Elleri soğuktur. Karanlık bir bulut gibi küstahça yayılır üzerinizde. Yukarı doğru çıkmaya devam ederken nefesinizin daraldığını, bunaldığınızı, bir sis gibi tüm vücudunuzu kağladığını hissedersiniz.. Sonra aniden yerinizden fırlarsınız ve dağılır o bulut. Son adımımı şuursuzca atmamla birlikte, sanki orman ananın karnında bulunan geniş bir açıklığa çıkıyorum. Nefes aldığımı hissediyorum ama yatakta doğrulup bağırmaya çalıştığınızdaki gibi sesim çıkmıyor.

Açık alan korkum olmamasına rağmen içinde tuhaf bir korku hissediyorum. Açıklığın ortasında duran bank kendimi toparlamak için bana anavatan gibi görünse de hala çok anlamsız görünüyor. Banka oturduğumda ormanın yavaş yavaş uyanmaya başladığını hissettiren sesler kulağımdaki fısıltıları biraz olsun bastırıyor. Karşımdaki üç patikanın aslında tek patika yol olduğunu ve başım döndüğü için böyle gördüğümü bilmeden ortadakini seçip bir de üstüne seçim yapmış olmanın kararlılığıyla yoluma devam ediyorum. Kısa patika beni hiç yabancısı olmadığım bir manzaraya çıkarıyor.. Terk edilmiş bir tren istasyonu...

Bekliyorum..

26 Haziran 2014 Perşembe

Önyargı...?


"Önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur." demiş Einstein.

 Burası Türkiye. Bu akşam yaşadığım olay Türkiye'de bazı konulara neden önyargıyla yaklaşılması gerektiğini tekrar gösterdi bana..

Kadıköy'den Kabataş vapuruna bindim bu akşam. Vapur gayet sakindi ve boğaz çok sert estiği için adetim olmadığı üzere içeride oturayım dedim. Karşılıklı koltuklar şeklinde bir oturma düzeni var ve oturduğum yerin arka kısmında da tek başına üniversite öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim bir genç kız oturuyor. Onun karşısı boş. Bir süre sonra onun karşısına bir adamın oturduğunu fark ettim. Ben adamla sırt sırta oturmuş oluyorum böylece ve tüm konuşmalarını duyabiliyorum.

Nasıl girdi lafa ya da nasıl tanıştı bilmiyorum. Dikkat kesildiğimde çoktan o bölümleri geçmişlerdi. Adam otuzlu yaşlarındaydı ve kıza inanılmaz iltifatlar ediyordu. Önce tanıdığı olabilir diye düşündüm ama adamın kurduğu cümleler ilk defa karşılaştıklarını gösteriyordu.

"Sen istediğin her şeyi başarabilecek bir kızsın..." "Sen onu yaptıktan sonra gerisi gelir zaten.." "Moda sahiline gidiyor musun? Çok güzeldir orası bak.." "Çok güzel gülüyorsun.. Sen her şeye böyle güler misin?" vs...

Buna benzer yazar kasa gibi z raporu alırcasına durmadan yazıyor da yazıyor adam. Kız da sürekli teşekkür edip ne yapacağını bilemiyor falan. Dönüp arkama pata küte dalmama ramak kala sinirden gülmeye başladım. Ama son hareketi bekliyorum. Tam kıyıya yaklaşıyoruz adam kıza "kalkalım istersen" dedi. Kız da mahçup bir şekilde durmasını bekliyorum sonra kalkıcam dedi. Tam hareketlendiğinde adam bir hışımla döndüm arkama ve o an adamın elindeki sopayı gördüm. Adamın kör olduğunu anladığımda resmen duygusal bir kırılma yaşadım. Bunca süredir hakkında bir sürü iğrenç şey düşünüp ağzını burnunu kırmayı planladığım adam meğer engelliymiş. Vicdan yaptım. Önyargı kötüymüş dedim... Peki sonra?

Vapurdan inip otobüse bineceğim durağa geldiğimde aynı adamın gayet sopasız bir şekilde önünde yürüyen kadının arkasından motoruna atlayıp ağzının suyu aka aka karanlıkta kaybolduğunu gördüm.

Ve dedim ki;

Eğer burası Türkiye'yse, burası iğrenç ve ahlak anlayışı olmayan insannımsılarla doluysa, burada belli önyargılara güveneceksin. Ve kendini engelli olarak tanıtıp, acındırıp, yürümene yardımcı olmak için bir kadının senin kolunu tutmasını kar sayıp bundan zevk alan acınsası yaratık.. Senin de Allah senin belanı versin! Keşke tekrar karşılaşabilsem seninle...

21 Haziran 2014 Cumartesi

ASMR nedir? Duymuş muydunuz?


Küçüklüğümden beri farkında olduğum ama bir türlü adını koyamadığım bir durum vardı. Geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili bilimsel bir araştırma yapıldığını ve bunun bir adının olduğunu öğrendim;

ASMR. Yani "Autonomous Sensory Meridian Response" Türkçesi; "Yüksek Düzey Odunum Duyusal Tepki" Bilimsel raporuna buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz; ASMR

Peki nedir bu ASMR? Günlük hayatta beynimizin özellikle kağıt, poşet, fırça ve bunun gibi bir çok nesnenin yavaş hareketlerle çıkardığı ve normalin altında desibele sahip sesler tarafından tetiklenmesini sağlayan işitsel bir durum. Bunun çok farklı çeşitleri mevcut. Örneğin küçüklüğünüzde anneniz sizi uyutmak için yanınızda saçınızı okşarken fısıltıyla konuştuğunda çok daha çabuk uyurdunuz ya? Ya da yanınızda biri poşetle oynarsa, ya da klavyeyle yazı yazarken siz tuşların sesine odaklanırsanız, ya da dergi sayfalarını karıştırırken çıkan seslere odaklanırsanız gibi. İnsanlar bunu "İç gıdıklanması ve rahatlama" olarak nitelendirmiş.

Bu tarz durumlarda insanlar iki şekilde bu rahatlamanın başladığını ifade etmişler. Kimileri beyinlerinden başlayıp ayak ucuna doğru olduğunu, kimileri de tam tersi istikamette olduğunu ve bir karıncalanma hissi şeklinde yayılarak vücudun rahatladığını ifade etmişler. Önemli olan sizin asmr'ınızın hangi ses olduğunu bulmak. Şu an bu konuda özellikle yurt dışında çok ciddi bilimsel araştırmalar ve deneyler yapılıyor. Gerçekten bir meditasyon ve rahatlama yöntemi olarak inceleniyor. 3D kulaklıklarla özel tekniklerle çalışmalar yapılıyor ve dinlerken de 3D kulaklıkla dinlediğinizde daha farklı bir etki alabildiğiniz söyleniyor.

Temelde uyku problemi çekenler için kullanılmaya başlanan yöntem daha sonra dinlenme ve rahatlama açısından büyük çoğunluk tarafından tercih edilmeye başlanmış. Günlük hayatta farkında olmadan çoğu kez başımıza gelen bir durum aslında ama nasıl ifade edeceğimizi bilmediğimizden ve bir adı olmayışından sanırım bugüne dek dile getiremediğimiz bir konu. Ben küçükken şu örnekleri hatırlıyorum; ortaokulda öğretmenimin evine gidip özel ders alıyordum. Ancak adam kitaptan anlatırken dersin ortasına doğru mutlaka uykum geliyordu. Bunun sebebinin sayfa çevirme sesinin benim asmr seslerimden biri olduğunu farkedince anladım. Mesela benim jenarasyonumdakiler pazar günleri Bob Ross'u mutlaka izlemişlerdir. O resim yaparken de bu duygu çok hissedilir ve çoğu kişi bu örneği vermiş.. :)

Şuan bu konunun ciddi hastaları mevcut. İnsanlar doğadaki bir çok ses üzerinde deneme yapıyor ya da kendi etkilendikleri ve rahatlamalarını ve uyuyabilmelerini sağlayan sesi keşfetmeye çalışıyorlar. Youtube'da bu konuda bir çok örneğe ulaşabilirsiniz. Fısıltıyla konuşma sesi, tırnak sesi, poşet sesi, sayfa çevirme sesi, ciklet çiğneme sesi, kalemle yazma sesi sadece bir kaçı..

Bu konuda Türkçe kaynak çok az ama aşağıda bir kaç örnek paylaşmak istiyorum. Bu konuda geçmişinizi düşündüğünüzde fark ettiğiniz örnekler olursa paylaşırsanız çok sevinirim. Ciddi bir uzmanlık dalı olmaya hızla gdiyor ASMR. Uykusuzluk çekenlere duyurulur :)




11 Haziran 2014 Çarşamba

Gözünü Yoldan Ayırma...



Hong Kong'ta bir sinemada yapılan "Araba kullanırken telefona bakmak öldürür" temalı interaktif bir reklamla karşılaştım ve sizin de görmenizi istedim. Emniyet kemerinin ve en önemlisi yolda giderken başka bir şeyle ilgilenmeyip gözü yoldan ayırmamanın önemini çok güzel göstermiş bu çalışma. Müthiş paralar bayılarak çekilen reklamlardan bin kat daha etkili olmuş. Alman otomobil markalarını işçilikleri ve kalitesi açısından zaten üstün görürken bir de reklam anlamında bu çalışmalarıyla beni benden aldılar. İyi seyirler :)


10 Haziran 2014 Salı

Fütursuz Bilgiler Vol#14 - Erol Taş

Yeşilçam'ın "Taş kalpli" adamı o. Filmlerin kötü karakteri.. Bana kalırsa hak ettiği değeri görememiş, dünya çağında bir oyuncu ve her şeyden de öte adam gibi adam Erol Taş. Gerçekten de düşünüyorum acaba zamanında Amerikalı bir yapımcı onu tanısa, keşfestse ne olurdu diye. Emin olun ki şuan Dünya Sineması karakter oyuncularında ilk sıralarda yer alıyor olurdu.

Erol Taş çok ama çok zor bir sanat yaşamı sürmüş. Filmlerinde oynadı kötü karakterler öylesine üzerine yapışmış ki, sokakta onu gören insanlar ona küfreder, saldırır olmuş. Bu iki şeyin göstergesi olabilir;

Birincisi bizim halkımızın o zamanlar -ki hala bazen etkilerini görebiliyoruz- sinemada oynayan bir filmle gerçek hayatı birbirinden ayırt etmekte güçlük çektiği, ikincisi de bu durumun tek sebebinin Erol Taş'ın çok gerçekçi oynayışı olduğudur. İnsanlar o kadar inanırlarmış ki onun kötü bir adam olduğuna, yediği dayakları anlatsa bitiremezmiş Erol abi.. Bunun bir çok örneği var sinemamızda. Örneğin yakından da tanıdığım "Tecavüzcü Coşkun" abimiz. Bugüne kadar tanıştığım en naif, ağzından küfrün "k"'si çıkmayan, bu zamana kadar ne yaptıysa; sanatı ve düzgün bir şekilde yetiştirmeye çalıştığ çocuğu için yapan güzel insan, aile babası. Biz tekrar dönelim Erol abi'ye..

Erol Taş'ın eşini çok genç yaşta kaybettiğini ve 3 çocuğuna hem annelik hem babalık yaptığını biliyor muydunuz? Kafamızda oluşturduğumuz, kötü kalpli, sevenleri ayıran, insanların mutluluğunu engellemeye çalışan Erol Taş karakterlerine ne kadar ters düşen bir görüntü di mi? :) Ama gerçek bu. Onların yemeklerini yapan, çamaşırlarını yıkayan, öğle uykusuna yatıran, uyandıklarında parka oyun oynamaya götüren hep bu melek kalpli kötü adam..

Karısını amansız bir hastalık sonucu kaybettikten sonra çocuklarıyla yaşamaya çalışan Erol Taş'ın öldükten sonra da yüzü gülmedi.. Belki hatırlarsınız; ölümünden biraz zaman sonra mezarını açıp bacağını çalmışlardı Erol Taş'ın. Bazen gerçekten anlam veremiyor insan. İyi insanların hayatları bazen hak ettikleri gibi iyi gitmeyebiliyor. Böylesine fedakar bir babanın, İşinde Dünya standartlarında bir oyuncunun, tertemiz kalpli bir insanın hak ettiği bir yaşam ya da ölüm mü? Kimse hak etmez orası ayrı bir konu.. Ama hafızamda hep yer etmiştir bu olay. İnsanların yeri geldiğinde filmden çıktıktan sonra sokakta karşılaşınca taşladıkları bu adam bence bunu hak etmedi. Kaldı ki yaşarken, öldükten sonra bile saygı duymadılar. Ruhun şad olsun Erol Taş...

30 Mayıs 2014 Cuma

Fütursuz Bilgiler Vol#13 - Mürüvvet Sim


Yeşilçam hastalığım olduğundan sanırım daha önce bahsetmiştim. Eşim ve ailem tarafından çoğu zaman uzaylı muamelesi görmeme neden olan bir hastalık bu. Hep birlikte salonda otururken, tv karşısında uyukladığım bir an; biri kanalı değiştirdiğinde denk gelen yeşilçam filminin repliklerini filmden önce söylemeye başlamışlığım var. Çok eskiden beri yemek yerken bile eski türk filmi izlemek adetimdir. Gelelim asıl konumuza; :)

Bugün size Mürüvvet Sim'den bahsetmek istiyorum.. Adile Naşit'in yeri hepimizde muhtemelen çok ayrıdır. Hepimizin annesidir o. Ona "kötü kadın" rolünü hiç yakıştıramayız. Anaçlık onunla anılır. Ama biri daha vardır ki benim için, Adile teyzemiz o gün dışarıya çıkmak zorunda kaldığında, pazara gittiğinde ya da komşu kadının doğumuna yardıma gittiğinde evde bize bakacak biri gerektiğinde o anaçlığa layık kişi Mürüvvet Sim'dir. Hiç bir rolünde onu da tam anlamıyla kötü kadın olarak göremezsiniz. Hep tatlı sert bir ablanız gibidir. Ailenizin çok yakın bir dostu, size kızacaksa da sizin iyiliğiniz için kızdığını bildiğiniz uzaktan teyzeniz..

Onun hayatıyla ilgili birçok kişinin bilmediğini düşündüğüm birkaç şey paylaşmak istiyorum;

Sinemamız gerçekten çok büyük oyuncular yetiştirdi ve devam da ediyor. Ancak bazen çok hak etseler bile bazı isimler bu tozlu film şeritlerinin arasında saklı kalabiliyor, ya da gereken ünü ya da bilinirliği yakalayamayabiliyor. O isimlerden biri de bana göre Mürüvvet Sim. Adı söylendiğinde hatırlanmayan ama fotoğrafı gösterildiğinde "Aaa o mu biliyorum" denilen..

Hikayesinin başlangıcını onun ağzından dinleyelim;

"Tarlada doğmuşum ben. Annem göbeğimi "çekme" bıçağıyla kesmiş. Şalvarına sarıp atmış atının terkisine, getirmiş eve.. 23 Nisan 1929'da Tekirdağ'ın Büyükyoncalı köyünde..."

Bu şekilde anlatmaya başlamış Mürüvvet abla hayatını Ses Mecmuası'na.. Çok fakir olduklarını, köyden İstanbul'a göçtüklerini ve tam anlamıyla bir sokak çocuğu gibi büyüdüğünü söylemiş. Gerçek anlamda diyoruz çünkü o kadar yaramazmış ki, mahalleli ona "Korkunç Mürüvvet" adını takmış. Akşam mahallede herhangi bir evde balık pişerse eğer, ne yapar eder kendini davet ettirirmiş Korkunç Mürüvvet. Aksi olursa da yıkarmış ortalığı.. O kadar yıldırmış ki insanları, mahalleli kendi arasında para toplayıp onu sinemaya gönderip 2 saat kafa dinliyor olmaktan bile mutlu olurmuş. Sinema dönüşü tüm kadınları etrafına toplayıp filmi canlandırarak anlatırmış tabii Mürüvvet :)

Size çok ilginç bir detay, bilgi.. Zamanında İlker İnanoğlu'nun canlandırdığı ve tüm sinemalarda gişe rekorları kıran "Yumurcak" filminin, bir gün film setinde kendi hayat hikayesini anlatan Mürüvvet Sim'in hayatından yola çıkılarak yazıldığını ve aslında o yumurcağım Mürüvvet ablamız olduğunu biliyor muydunuz?

Ve beni en çok etkileyen kısma geldik.. Şimdi de işin hüzünlü kısmındayız.. Röportaj sırasında mahalle terzisinin artık kumaşlardan kendisine süslü kıyafetler yaptığını anlatırken, Mürüvvet ablanın gözleri elinde ördüğü yeleğe dalmış ve dolu dolu olmuş.. İşte nedeni;

"Her gün akşam üstü, günbatımı bir gariplik çökerdi üstüme.. Mahallenin her anası çocuğunu çağırır, üzerlerine yelek giydirirlerdi. Bir ben kalırdım yeleksiz. Üşümesinden korkulmayan, kenarda, kimsesiz.. Anacığım karanlıklarda dönebilirdi çalıştığı yerlerden eve. Hiç bir zaman da yeleğim olmamıştı. Hep bir yelek özlemi içinde idim. Kıskanırdım sırtlarına yelek geçirilen arkadaşlarımı. O yaramaz mürüvvet gider, bir köşede sessizce ağlayan zavallı bir çocuk gelirdi o saatler.." diye devam ediyor sözlerine...

Bu yelekler öylesine iz bırakmış ki yaşamında, tam 38 yıldır yelek örermiş Mürüvvet abla.. Ördüklerini sokaktaki kimsesiz çocuklara elleriyle giydirip, bakım evlerine bağışlayıp, Anadolu'nun her köyüne gönderdiğini biliyor muydunuz?

Bu değere sahip çıkılsa? Belki araştırılsa bulunsa o yeleklerden hiç değilse biri.. Ya da onun adına devam ettirilse bu ve onun ismi yaşatılmış olsa.. Yelek bayramı olsa kutlansa vs..

Bunlar zor şeyler mi?



Kaynak: Ses Mecmuası, Türknostalji.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

"Işıklar" içinde uyuyun..

Bundan yıllar yıllar öncesi.. Dershaneye gidiyorum o zamanlar.. Üniversite sınavını kazanma telaşı, gençlik ateşi vs.. Bir arkadaşım vardı, adı Işık. Bir gün onunla dershaneden sonra sahil boyu yürüyerek başka bir semte geldik. Durup biraz soluklanırken yüzünün asıldığını mutsuz olduğunu gördüm. O kadar hazırlıksız, o kadar gardımı almadan sordum ki;

- Noldu lan hatunu mu düşünüyosun hala?
+ Burası neresi biliyo musun abi?
- Neresi? Hatunun sana tekmeyi bastığı yer mi? (hala yiyeceği tokatın farkında olmayan ben)
+ Babamın mezarı abi.

Hayatımda nadiren böylesine boğazımı düğümleyen ve o düğümün içinden porçöz dökmüşçesine yırtarak geçen bir sessizlik anı yaşamışımdır. Dediğim gibi o kadar gardsız yakalndım ki direkt nakavt.

+ Babam o gün madene girdi ve bi daha çıkmadı abi.. Biz belli bi mezarı olmadığı için her bayram buraya geliriz biliyomusun? Kardeşim mesela şu ilerdeki taşı onun mezar taşı olarak hayal eder hep. Ben belli bi yer belirlemedim bilerek. Her yerde onu hissedebilmek için..

O anlattıkça yapmaya çalıştığım espirinin altında eziliyordum. Babası ona "Işık" adını bu günleri öngörerek koymuş. Olur da bir gün madenci kaderini yaşarsam içerde oğlum bana ışık olur diye.. Babası böyle anlatırmış Işık'a..

O günü hiç unutamam. Ben de bir madenci çocuğuyum. Dedem de madenci.. Zonguldaklıyım ve 2 gündür yaşananlarla ilgili o kadar çok söyleyecek, sövecek şeyim var ki içimde..

Nedense bu anıyla başlamak istedim.

Dedem.. Önce Türkiye'de, sonra Almanya'da madenci olarak çalışıp her gün ailesiyle helalleşerek evden çıkan adam. Almanya'da maden kurtarma ekibindeymiş. O kadar anlattığı hikayelerle dolu ki zihnim.. Dedemlerin evinde bir alarm varmış. En ufak bir sıkıntıdaysa dedemin üzerini değiştirip kıyafetleriyle dışarıya çıkması için 3 dakikası.. Çünkü onu olay yerine götürecek araç 4. dakikayı kapının önünde beklememeli. O zamanlarda bile düşünürdüm bu nasıl oturmuş bir düzendir diye.. Biz de mi? Daha dur o adam 15. dakika evde sigara paketini arıycak, yolda yakmasın mı bi tane? Nedir yani? Hem stresi alır.. Dedemin göçükte sıkışan arkadaşının bacağını kesmek zorunda kalışına kadar hikayelerle büyüdüm. O alarmın sesi var içimde. O nedenle Soma'da yaşananlar normalden kat kat fazla etkiliyor beni. Ama daha yeni başlıyoruz...

5 Ağustos 2010'da Şili'de bir maden göçüğü yaşandı ve 33 madenci göçük altında 66 gün yaşadılar. Onlara sürekli olarak psikolojik destek verilirken özel bir tüp sistemiyle bir tanesi bile feda edilmeden kurtarıldılar.. Şimdi.. Gelelim bu güzel örnekten sonra bize.. Teknolojisiyle övünen bize. Çok mu ileri bir ülke Şili? Onların yapabildiğini biz neyimiz eksik olduğu için yapamadık ve saçma sapan resmi rakamlara göre 245 alienin paramparça olmasına sebep olduk? Sebep çok net;

"Zihniyet"!


Bizim genlerimizde mi var artık bilmiyorum, bir boşvermişlik, kural tanımamazlık.. Facia yaşanmadan önlem almanın gereksiz olduğunu düşünen, facia yaşandıktan sonra da çok değil bir kaç hafta sonra eski vurdumduymaz hayatına geri dönen bir milletiz.

Adam gibi güvenlik önlemleri alınmış olsa, "Ya s.ktir et nolucak" zihniyeti olmasa böyle mi olurdu? Gelelim diğer rezilliklere.. Ben hayatımda bu kadar kötü bir yönetim, bu kadar vicdansız ve iş bilmez insanlar görmedim. Net. Facia yaşanıyor, Başbakan'ın umrunda bile değil, programına devam ediyor, sonra bakıyor ki durum çok da sallamaya gelicek gibi değil, iptal ediyor gezisini ve kanallar bunu bir lütufmuş gibi veriyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız gitmiş olay yerine millet ne yaparımda yardımcı olurum deyip canla başla bir şeyler yapmaya çalışırken, dikilmiş izliyor.. Sırf buraya geldi densin diye. İnsan, bak insan diyorum.. bırakır ben bakanım durumlarını ve önce insanlık gereği her şeye yardımcı olmaya çalışır. En azından alamadığınız önlemlerin vicdani yükü bile bu şekilde davranmanızı gerektirir. Ama size yabancı kavramlar.

Başbakan basın açıklaması yapıyor; Diyor ki bunlar olağan şeyler. Madenciliğin fıtratında var. Öyle mi? Ozaman bıraktım gelişmiş Almanya'dan falan örnek vermeyi, Şili'dekiler madenci değil? Onların fıtratında yok çünkü? Nasıl olucak bu işler? Öyle örnekler veriyor ki.. Yok ingilterede şu kadar kişi ölmüş.. Yok şurda şu kadar kişi ölmüş.. Ne zaman? 1898'de.. 1902'de.. Bunları mı örnek alıyorsunuz kendinize? O zamanın teknolojisiyle şimdiyi kıyaslayıp ayıbınızın vicdani boyutunu törpülemeye, yaşanan saçmalığı normalleştirmeye mi çalışıyorsunuz? Çok komiksiniz. Hem de çok.. Komikten de öte, böylesine toplumsal bir acıya "Olağan" diyerek yaklaşmanız tarifsiz..

Gelelim bir diğer boyuta.. Utanmadan şununla övünüldü biliyor musunuz? Neymiş? Kayıp yakınları son sistem monitörlerden hızlıca ızdırap çekmeden yakınlarını teşhis edebilmişler. Çünkü teknolojimiz bu olanağı sağlamaış. Ulan siz ne anlatıyorsunuz ya? Neyle neyi satın alıyorsunuz? Hala neyin derdindesiniz? Senin alamadığın önlemler yüzünden, CHP'nin daha bir kaç hafta önce sunduğu öneriyi sırf siyasi inatlar ve egolar uğruna reddetmeniz yüzünden yaşanan felaketi ve insanların ızdırabını bir kenara bırakıp, onları ceset teşhisindeki yığılma ve kalabalıktan bunalma ızdırabından kurtarmaktan mı bahsediyorsunuz? Sonra bir tanesi çıkmış televizyonda, "karbonmonoksitle gelen uyku tatlı uykudur" diyor. Ya siz ne gerizekalı insanlarsınız? Bu ne kendini bilmez bir açıklamadır ya? Oy dilenmek için gerek duyduğunuz kömürü çıkaracak kadar işçi yaşıyor mu? Gerisi önemli değil. Allah topunuzun belasını versin!

Ben dedemle, babamla ve ailesini geçindirebilmek için, kimilerinin madenci kaderi olarak nitelendirdiği ölümü göze alarak o madende çalışabilenlerle gurur duyuyorum. Üniversitedeyken madenle ilgili bir ödev hazırlamış ve 500 metre aşağı inmiş biri olarak size şunu söyleyebilirim;

Böyle bir duygu gerçekten yaşayamazsınız. Çok net.

Daha söylenecek çok şey var ama son olarak gözüme takılan bir detaydan bahsetmek istiyorum; Soma'da kurtarılan madencilerden biri ambulansa bindirilirken diyor ki çizmelerim kirli, sedyeyi kirletmesin? Sedyeye ayaklarını koymaya çekiniyor... Düşünebiliyor musunuz?


Adam saatlerce ölümle pençeleşmiş, azrailin elinden kurtulmuş, neye dikkat ediyor..

İşte o adamın "İNSANLIĞININ" onda biri bunlarda olsaydı bugün ülke bambaşka bir yerdi. Ölen tüm madencilerin ailelerine başsağlığı diliyorum. Ve "umarım bu son olur" gibi aptalları kandırmaya yönelik saçma sapan bir temenninin değil, ayakları yere sağlam basan ve zihniyeti değiştirecek bir sistemin gelmesini umuyorum.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Fütursuz Bilgiler Vol#12


Dünya üzerindeki canlılar içersinde, salgıladıkları sıvı sebebiyle yalnızca "Su Aygırları"'nın sütünün pembe renkli olduğunu biliyor muydunuz?

27 Nisan 2014 Pazar

Bir Uykusuzun Rüyası Vol#26

Hipnoz..

Saatlerdir yanımdaki kediyle tek laf etmeyip yolu seyrederken gözlerimin artık benim kontrolümde olmayışı bundan. O kadar uzun ki dalışım, kedi gibi benim göz bebeklerim de düz bir yol şeridi artık.
Ama ona da hak veriyorum. Ardımızda bıraktığımız pek de üzerine konuşulabilecek bir manzara değil. Hala bir parça vicdanı olanlar için..

Hiç bir şeyi olmamasına rağmen tanıdığı sokakta yattığına sevinen fakirin avuntusu gibi kamyonetin kasasındaki tahtım bana saçma bir güven veriyor. Yanımdaki muhafızımla ülkemi işgalcilerin elinden almaya gidiyormuşçasına gereksiz bir güven.

Yorgunluktan gözlerim kapanmaya başlasa da gece olduğundan dayanmaya çalışıyorum. Çünkü dikkat çekmeden yol alabileceğim tek zaman dilimini, beceremediğim bir uyuma seramonisiyle harcamak hiç akıllıca değil. Ancak hipnoz.. Hiç huyunuz olmayan şeyleri bazen şekerli çörek tabağıyla sunabiliyor size.

Muhtelif yerlerindeki camları açık evin.. Odada üstünüzü hafif yalayan ceryan ve temiz hava.. Pazar sabahı yatakta yayılma keyfi ve evde çoktan başlayan temizliğin beyaz sabun kokusu..

Tam bu vaadle uyku aklımı çelebilecekken motordan gelen tekleme sesiyle irkiliyorum. Hiç istemese de yardıma hazır olduğu izlenimi vermeye çalışan yeni gelin edasıyla kedi de yerinde üstün körü şöyle bir kıpırdanıyor. Şuan olmamalı hayır.. Şimdi değil. Motordan gelen "Ben bitiyorum" sesleri bana daha çok motor kahkaha atıyormuş gibi geliyor. Ama şimdi olmamalı. Hiç anlamadığım halde önümdeki konsolun düğmelerine rastgele basıp durumu kontrol altına almaya çalışmam; forvet oyuncusundan yoksun olduğu halde takıma hücum etmeleri talimatını veren teknik adamın çaresizliğini yaşadığımın en büyük kanıtı sanırım. Üstelik hiç teknik değilim.

Artık çalışmayan motor ve kademeli olarak yavaşlayan kamyonetimizle yol kenarında durduğumuzda bunu tüm ormanlık alana müjdeleyen dumanlar çıkıyor kaputun altından. Gecenin orta yerinde bir orman kenarında kaputundan dumanlar çıkan bir kamyonetten inip gökyüzüne karşı savurduğum küfürler sizi yanıltabilir. Onlar Tanrı'ya değil şimdilik şahsım tarafından şansıma edilmiş küfürlerdir. Bir kaç baykuş ve hayvanat bahçelerinde görmediğimden türünü tahmin edemediğim bir kaç hayvanın sesleri arasında küfür dağarcığımı ormana sunduktan sonra kamyonetin kasasındaki koltuğu yolun kenarında ormanın biraz içine doğru yerleştiriyorum. Oraya oturup sinirimin yatışmasını beklerken bir sigara yakıyor ve kedinin gelip kucağıma yerleşmesini izliyorum. Taht devir teslimi sırasında sadece bakışarak birbirlerine zorunlu cümleleri kuran eski ve yeni kral gibi sade bir tören yapıyoruz.

Bruce Wayne'in dediği gibi;

Bazı insanlar paraya değer vermezler. Onlar sadece dünyanın yanışını izlemek isterler."

Kaybedecek bir şeyi kalmamış eski bir kral olarak arkamda iz bırakmamak için bitmeye hazırlanan sigaramı usta bir sigara içicinin el hareketiyle kamyonete doğru fırlatıyorum. Alevler içinde kalan günahım geceyi aydınlatıyor. Bu tören bu kadar sönük kalmamalıydı.

Ormana doğru ilerlerken, soba yanı sıcaklığı bulduğu enkazın kenarında devraldığı tahtından doğru kedinin beni izlediğini hissedebiliyorum. Ben en azından taht sahipsiz kalmadı diye düşünürken, onun benim hakkımda bırakıp kaçtı diye düşündüğünü biliyorum.

Yine ormandayım. Benim için yabancı bir duygu değil. Belki hala Palyaço'yla birliktedir diye düşünürken Maça'yı özlediğimi fark ediyorum. Ayağımın altındaki çalı çırpının kırılma çıtırtılarıyla, yanan kamyonetin alevlerinin çıtırtıları birbirine karışırken yavaş adımlarla ilerleyerek ormanın beni kabullenmesini umuyorum. Ve uzun zamandan beri hissettiğim beni hiç yalnız bırakmayan en sadık duygu; Açlık.

Yürüdüğüm patikadaki ağaçların dibinde, sanki ağacın arkasına saklanıp yeni gelen yabancıyı gözetlercesine kafalarını çıkaran mantarlar çölde su gibi imdadıma yetişiyor. Hazır köz var diye düşünebilirsiniz ama geri dönmek adetim değil. Hayatta kalma amacına hizmet eden çiğ mantar ziyafeti kendimi az da olsa daha iyi hissettiriyor.

Ormanda ağır ağır ilerlerken ağaçların arasında sislerin azaldığı yerde arkası dönük bir adam fark ediyorum. Onu gördüğüm andan itibaren o patikada yürürken nerden bulaştığını bilmediğim rahatlık bir anda yerini tedirginliğe bırakıyor. Arkasından yaklaşırken; durduğu yerde öne arkaya sallanarak bir şeyler mırıldandığını duyuyorum. Başım dönmeye başlıyor ve sessiz olmaya çalışırken her şeyi berbat edip bir dalı kırarak büyücünün beni fark etmesine sebep oluyorum. Dalın çıtırtısıyla adamın susması bir oluyor. Yaşlı adam arkaya döndüp bana baktığında kaskatı kesilmeme rağmen tüm orman dönüyor sanki. Ve karanlık...

Gözlerimi araladığımda bir ateşin yanında yattığımı ve başucumda yaşlı adamın oturduğunu fark ediyorum. Ancak kolumu bile kıpırdatamıyorum. Hiç bir şekilde bağlı olmadığım halde yaşlı adamın yaptığını düşündüğüm büyünün etkisiyle hareket dahi edemiyorum. Yaşlı adam birden kısık ve tedirgin edici ses tonuyla konuşmaya başlıyor..

- Beni neden dinliyordun?
+Ben sadece.. Ben..

Dilim bağlanmışçasına cevap veremiyorum. Daha da kötüsü beni dinlemiyor. Aynı ses tonuyla ben tekrar karanlığa gömülene dek anlatıyor. Yıllar önce küçük bir kızı olduğunu, onu uyutmak için her gece ona ninni söylediğini, ancak kızını bu ormanda kaybettiğini ve artık elinden yalnızca onu bulma ihtimali olan kötü ruhları uyutabilmek ve ona zarar vermelerini engelleyebilmek için ninni mırıldanmak geldiğini anlatıyor.

Bana bu kadar sinirlenmesinin nedeninin onu ninni mırıldanırken değil şiir okurken rahatsız edip  mahremiyetini bozmam olduğunu öğrenince içinde bulunduğum ruh haliyle bile ona hak veriyorum. Bunun bir insanı çıplak görmekle bile kıyaslanamayacağını biliyorum. Her zaman söylediğim ve bildiğim bir şey vardır;

"Bir insanın en mahrem yeri şiir'idir."

Çünkü mısra aralarında nelerin saklı olduğunu asla bilemezsiniz.