Göz kapaklarım yıllardır kullanılmamış gibi tozlu ve ağır... Tüm gözyaşlarımı emercesine yapışan çapakların küçükken korktuğum gecelerde annemin beni rahatlatmak için anlattığı "Sandman"'in uyumam için gözlerime serptiği kum olmadığı gerçeğini kabullenmeye başladım. Yine de bir tarafım buna hep inanacak...
Hani zor bir gecenin sabahı uyuyakaldığınız yerden doğrulduğunuzda kendinizi sebepsizce iyi hissedersiniz ya? Uyandığınız yer alabildiğine uzun bir çayır, gökyüzü yeşil, çimenler mavidir... "Günaydın" demek için saten bir örtü hissi veren rüzgar yanağınızı okşarken yalnızca kan izinin kuruduğu yer acır ya? Sonrası karanlık... Ama kesinlikle kırmızı değil...
Karanlık bölümünde oturduğum koridor... Dış kapının gözetleme deliğinden vuran ışığın hüzmesiyle aydınlanan duvarım... Tanıdığım en yakın yabancıların hayatlarını dinleyerek dünya tutmasını engellemeye çalıştığım banyom... Veda etmek kime ya da neye olursa olsun zor. Ama bazen seçenek bırakmıyor insan kendine. Tüm şıkları işaretliyor ya da D seçeneğine "Hepsi" yazıveriyor...
Son haftam; olmayan hattına bağlı olmayan kablosuyla yıllardır salonun köşesinde paslanan telefona gelen aramaya kendimi inandırmaya çalışmakla geçti. Bazen hala tartışıyoruz. Ama o gün geldi. Büyükbabamın ölüsünün aksine gülüşü ve kibiri çürümemiş. Daha da keskinleşmiş ve hiç bir şey söylemeden, telefonun ahizesine gülümseyip nefes alıp verişiyle beni rahatsız edebilecek kadar başarılı halaa. Ama... O gün geldi. Her şeyi geride bırakmam gerekiyor. İçimde, uyandırmaktan korktuğum bir seri katil... Sessizce bukadar yıl o günü beklerken çalan telefona uyanan yalnızca ben değildim...
Yola çıkıyorum...
Geçmişime kalkan son otobüsü kaçırdım...
Uyumuyorum...
Yürüyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder