Hayatın getirdikleri sadece yüz çizgileri ve kırışıklıklar olmaz bazen. Göz tabakasında evladiyelik kısmi bulanıklıklar da miras bırakabilir. Ama kulübedeki yatakta kendime gelirken, bir su gibi yavaşça durulmaya başlayan bulanık görüntünün bu mirasla bir alakası yok. Biliyorum.
Kamyonetin kasasındaki tahtıma kurulduğum an tüm yolculuğun yorgunluğu ceplerimden döküldü ve sızdım. Uykuyla uyanıklık, sersemlikle baygınlık arasında bir yerlerde oturup beklemek ya da çoğu ameliyatta hastaların yaşadığı, anesteziyi tam olarak kabul edememe ve yapılan her şeyi hissetmesine rağmen bırakın çığlık atmayı en ufak bir tepki verememek gibi.
Beni masum bir otostopçu olarak gören bu çekirdek aile, kralın tahtın rehavetiyle sızması karşısında kayıtsız kalamayarak beni evlerine taşıyıp o gece misafir etme cesaretini gösterdi. Gözlerimi yavaşça araladığımda adamın da bir kanepede uyuyor olduğunu, kızın şöminenin başında kitap okurken, küçük çocuğun masadaki mumu yakmaya çalıştığını fark ediyorum. "Ben nerdeyim?"'le başlayan uyku sersemliği lavobada oluşan girdap gibi birden beynimin derinliklerinde çekiliyor ve bir kaç saat önce yolda otostop çekerken yaşadıklarım gözümün önüne hücum ediyor.
Sessizlik. Yıllardır tutulduğunuz hapishaneden kaçmak için tek şansınız olduğunu ve anahtarı almaya çalışırken, uyuyan gardiyanın burnu kaşındığı için aniden hareket ettiğini düşünün. O an konu siz olmasanız da yapılacak bir şey yok artık. Sahnedeki ustaya nazikçe bir baş selamı vererek ona taş çıkarırcasına bir doğaçlamayla sanki uykunun bir evresiymiş gibi yan tarafıma dönüp korku ve merak dolu bakışlara cevap veriyorum. Bir kaç saniye daha süren sessizlik, babanın çocuklara saatin çok geç olduğunu ve artık yatmaları gerektiğini söylemesiyle bozuluyor. Onlar yatmaya hazırlanırken ben alkış ve tebrikleri kabul ediyorum. Sağolun, beni sizler yarattınız..
Gece.
Camdan süzülen ay ışığının sesi ve arada çıkardığı küçük çatırtılarla yanmaya devam eden şöminenin kokusu geziniyor odada. Dinliyorum. Katilinizi eve alıp huzur içinde uykuya dalmanın nasıl bir duygu olduğunu düşünüyorum. Bir katilin en büyük vicdan azabı, işlediği cinayeti gören biri olduğunu fark ettiğinde başlarmış. Çünkü yılların türlü getirilerinin kapatamadığı ve içten içe kabul görmüş bir kural var;
"Arkanda iz bırakmamalısın."
Bana sunulan bu iyiliğe yapılacak bir terbiyesizlik gibi görünse de, yattığım yastığı babadan sonra kızın yüzünden de yavaşça çekerken keşke kurallara bu kadar bağlı biri olmayabilseydim diye düşünüyorum. Ve o an tüm vücudum kasılıyor, fark ettiğim şey beni olduğum yere çiviliyor. Göğsüne bastırdığı oyuncak ayısıyla çocuk beni izliyor. Bunun olmaması gerekiyordu.
Yavaşça ona doğru dönüyor ve görüş mesafesine inebilmek için ona doğru yaklaşarak çömeliyorum. Yaşadıklarına bir anlam veremeyecek kadar toy zihni buz tutmuş halde dudaklarından bir soru dökülüyor;
- Peki kuş?
Hayatım boyunca, hiç bisikletim olmadığı için diğer çocukların bisiklete binişini ve annemin babam tarafından öldürülüşünü izlerkenki gibi nadir anlarda gözlerim doldu. Çocukla birlikte kuşun kafesini de alarak dışarı çıkıyoruz. Kafesi açıp kuşu salıverirken bana bakıyor. Gözlerini benden hiç ama hiç ayırmıyor.
Kamyonete binip oradan uzaklaşırken, ateşe verdiğim kulubenin önünde durup kımıldamadan bana bakan çocuğun akşamdan beri yakmak için çabaladığı mumları gözlerinde görüyorum. Yanıyorlar.
Onda soytarının çocukluğunu görüyorum. Keşke hiç uyanmasaydı. Ama işte..
Merhamet böyle bir şey…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder