Sayfalar

31 Mart 2014 Pazartesi

Yavuz HIRSIZ ev sahibini bastırır!!!

Tam olarak da bu cümlenin içeriğini oluşturan günler geçiriyoruz. Kişisel fikrim ülkemizin tarihindeki yaşanabilecek en boktan dönemdeyiz. Allah'la dalga geçebilecek şerefsizlikteki din sömürücülerinin, tabir-i caizse beşikteki bebeğin geleceğini çalan hırsızların binbir hile hurdayla saltanatını sürdürme mücadelesine tanık oluyoruz.

Dünkü seçimlerde eşim sandık başkanıydı ve ben de gönüllü gözetmen olarak her dakikasında yanındaydım. Çünkü bu gerizekalılara hiç bir şekilde güvenmiyorum. Öncelikle farklı bir okulda kendi oyumu kullanmaya gittim. Bana bir oy pusulası eksik verdiler. Fakat ben bu çakallığa uyandım ve direk eksik pusulayı talep ettim. Sonrasında "Aaa onu vermemiş miyiz?" şeklinde yapmacık tavırlar sergilediler. Demek ki az uyanık olmayan biri bu tuzağa balıklamasına dalabilir. Oyumu kullandıktan hemen sonra CHP Sarıyer İlçe Başkanlığı'nı arayarak durumu aktardım ve şikayette bulundum. Çok teşekkür ederek derhal müdehale edeceklerini söylediler. Ardından Ankara Barolar Birliği'nin seçim için oluşturduğu hukuk bürosunu aradım. Telefonda adımı söyler söylemez "Az önce durumdan haberdar olduk ve sizden hemen önce aynı konu hakkında 16 şikayet daha aldık" dediler. Bakar mısınız oyunların ucuzluğuna? O kadar emindim ki bu seçimde de elektriklerin kesileceğine, çuval çuval oyların sümen altı edileceğine.. Öyle de oldu.

Ve en başından beri savunduğum iki düşünceyi dile getirmek istiyorum. Zamanında Aysun Kayacı "Dağdaki çobanla benim oyum bir mi?" gibi bir söz söylemişti. O kişinin çoban olmasında ya da dağda yaşamasında değilim. Ama gördüğüm zır cahil onlarca insandan sonra bu söze sonuna kadar katılıyorum. Her şekilde hem de. İki lafı bir araya getiremeyen, hiç bir mantıklı açıklama yapamayan, düşündüğü fikri savunamayan, daha oy pusulasında nereye mühür basacağını bile çözemeyen embesillerle benim oyum bir olamaz. Bunca göz göre göre hırsızlığa rağmen, onlarca masum insanın ölümü üzerinden siyaset ve daha da iğrenci mağdur edebiyatı yapılmasına rağmen hala bu zihniyetsizlere oy verilebiliyorsa; ben içine sıçayım bu ülkenin! Ne oldu şimdi? Alavere dalavereyle kazandığınız bu belediye seçimleri sizin yaptıklarınızı temize mi çıkardı? Çaldıklarınız yok mu oldu? Bilal'in eritemedik dediklerini eritti mi? AK'lanmış mı oldunuz yani siz? Bizim halkımız kendini s.keni seviyor. Net!

Ve buradan da tekrarlamak istiyorum. Arkadaşlarımdan, dostlarımdan, yolda sadece selamlaştığım insanlardan ve ailemden.. Bu halkla ilişkileri gelişmiş kadın çocuklarına oy veren, onların yaptıklarını savunan ya da mantıklı bulan birileri varsa beni hayatlarından çıkarsınlar. Gerçekten onlara insan olarak saygı duymuyorum çünkü. Asla da duymayacağım. Akrabalarımdan birileri varsa beni reddetsinler. Çok mutlu olurum cidden. Yolda yürürken yanlışlıkla ezdiğim böcek, bir ayakkabı kutusu sevici haysiyetsizden daha onurlu geliyor gözüme.

29 Mart 2014 Cumartesi

İyi bir şey yap.. Mesela OY ver!!!


Yarın Türkiye için çok ama çok önemli bir gün. Siyasi tercihiniz ne yönde olursa olsun bu vatandaşlık görevinizi yerine getirmelisiniz ve mutlaka oy vermelisiniz. "Benim oyumla mı değişecek?" mantığına verilebilecek tek bir cevap var. "Evet senin oy'unla değişecek." Kendini Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'ün askerlerinden biri olarak gören benim gibi düşünenlere özellikle seslenmek istiyorum. Böylesine leş günler yaşadığımız bu dönemde sizin oylarınız çok daha önemli. İki eliniz kanda da olsa işinizi gücünüzü erteleyip oyunuzu kullanın. Işıklı, aydıni laik ve yasakların olmadığı bir sabaha uyanma dileğiyle...

22 Mart 2014 Cumartesi

Özgürlükler Ülkesiyiz!

Biz özgürlükler ülkesinde yaşıyoruz. Kendimizi bildik bileli bize öğretilen neydi? Amerikan filmlerinde pompalanan neydi? Amerika özgürlükler ve fırsatlar ülkesiydi. Amerikan rüyası diye bir şey vardı. Ama demek öyle değilmiş..

Ne diyordu hükümet? "Türkiye Cumhuriyeti özgür bir ülkedir. Bizler özel hayatın kısıtlanmasına, sekteye uğramasına karşıyız." Bunu söyleyen onlar değil miydi? Gerçi daha neler neler var söyleyip de aksini yaptılar ama bugün konumuz bu. Özgürlük. Özel hayata müdahale.

Daha geçen gün bas bas bağırmıyorlar mıydı "Benim günah işleme özgürlüğüme müdahale var" diye? Ulan böylesine saçma sapan bir şeyin bile özgürlüğünü savunabiliyorsunuz da, işinize gelmeyen şeylerin çatır çatır söylenebildiği platformların özgürlüğünü neden kısıtlıyorsunuz? Çünkü siz sadece işinize geldiği zamanlar özgürlükçüsünüz. Onca sene Türkiye'yi ulusal anlamda yerin dibine sokup, seçimler yaklaştığında Türk bayrağını kullanarak reklam yapabilecek kadar milliyetçisiniz. Hatta "Yasağı da yasakladık" diyebilecek kadar. İşinize geldiği zaman ne ala, gelmedi mi mağdurum. Dünya üzerinde, tarihin hiç bir döneminde böylesine bir yönetim görülmemiştir. Düşünce suçunu ortadan kaldıracağız vaadiyle başa gelip kendilerinde farklı düşünceye en ufak tahammülü olmayan, halkın inancını kullanarak bir de üstüne "Bakara-makara" diyerek o inançla dalga geçebilen, her şey belgelendiği halde yüzsüzce hiç bir şey olmamış gibi davranabilen, Gezi'de gencecik canlara kıyan ve halkı soyup soğana çeviren siz değil misiniz?!

Çok endişeliyim seçimlerle ilgili. Çünkü en ufak şüphem yok bu seçimlerde de hile hurdayla hareket edeceksiniz. Kendi seçmeninizin zeka seviyesinin o kadar farkındasınız ki, onlara oy pusulasına isim yazmama konusunda nasihatler ediyorsunuz. İzmir mitinginde tüm ülkeden toplayıp götürdüğünüz evdeki %50'nize bir de "İzmir'e hoşgeldiniz" dediniz. Bari onu söyleyip bu kadar belli etmeseydiniz…

Söylenecek okadar ço saçmalık var ki. Bu ülke daha nereye gider bilmiyorum. Ama umudumuzu kaybetmiyoruz. Bizler Mustafa Kemal'in askerleriyiz!


18 Mart 2014 Salı

Bastığımız Yer Toprak Değil!

Bu yazıyı yazabilmek için işten eve dönebilmeyi beklemem gerekti. Daha günün ilk saatlerinde; atalarımız Çanakkale savaşının zafer sabahında günün ilk ışıklarıyla o soğuk havayı nasıl ciğerlerine çektiyse öyle anmak isterdim. Kanının son damlasına kadar mücadele edip, varıyla yoğuğla hiç düşünmeden kendini vatanına feda eden atalarımızdan, böylesi leş günlere sürüklendik malesef.

Bırakın paralarını saklayacak ayakkabı kutusunu, ayaklarına giyecekleri bir ayakkabıları dahi yoktu onların. Dinlenme endişesiyle değil, karşı siperdeki düşman duyar endişesiyle fısıldarlardı kalan mermileri "eritemediklerini".. Kaç mermileri kaldığını yanlarındaki arkadaşlarına söylediklerinde aldıkları "anlayamadım" cevabı da salaklıklarından değil, yine canları son nefeslerinde saklı duyulma endişelerindendi..

Bugün 18 Mart. Bugün belki de bunları yazabiliyor olmamıza, okuyabiliyor olmamıza olanak sağlayan insanların bize yaşama hakkını kazandırmalarının anma günü. Milyonlarca kez şükranlarımızı sunsak azdır onlara. Ve emanetlerini bu hale getirdiğimiz için milyonlarca kez özür dilesek.. Ama biz onların torunlarıyız ve bu böyle gitmeyecek. Onlara olan vatan borcumuzu ödemek askere gidip iki nöbet tutmakla ödenmiyor. Ne zaman ki onların canlarını uğruna feda ettikleri; Ulu Önder ATATTÜRK'ümüzün gösterdiği hedeflerin doğrultusunda yol alabiliriz, işte ozaman onlara olan borcumuzun belki birazını ödemiş, onlara hayatlarını boş yere feda etmedikleri duygusunu birazcık yaşatıp ruhlarını rahatlatmış oluruz.

Siz hiç merak etmeyin ışıklar içinde uyuyan Çanakkale'nin şanlı şehitleri! Bu ülke gün gelecek gerçeği görecek!

16 Mart 2014 Pazar

Ölü Bebekler..

Yolda kıyıda köşede mantar gibi biten dilencileri biliyorsunuz. Özellikle Suriye'liler ülkemize yığıldıkça bu dilenci sayısında bir patlama yaşandı. Dilenci konusunda hep şöyle düşünmüşümdür; Bir insanın gerçekten ihtiyacı varsa, muhtaçsa, rahatlıkla yardım isteyemez. Utanır, çekinir. Bence böyledir. O nedenle bu tarz şaklabanlar yüzünden gerçekten ihtiyacı olan insanlar da kurunun yanında yaş misali güme gidiyorlar. İnsanlarda artık bir güven kalmadığından kimse yardımcı olmak da istemiyor. Bilemiyorsunuz ki gerçek mi değil mi? Kimse enayi yerine konmak istemez. Örneğin ben üniversite öğrencisiyken, yaşadığımız şehrin ana caddesinde bir dilenci kadın yakalanmıştı ve üzerinden 3000 tl nakit para çıkan kadının 11 tane dairesi olduğu ortaya çıkmıştı.

Gelelim asıl mevzuya. İnsanların duygularını sömürmeye çalışan bu asalakların kullandığı yegane yöntem kucağa bir bebek alıp, insanların o bebeğin durumuna acımasını beklemektir.

Geçtiğimiz günlerde bir haber gördüm ve o an resmen beynimde şimşekler çaktı. Çok uzun zamandır gözüme takılan ama konduramadığım bir şeyin gerçek olabileceğini düşündüm. Bilmem siz de fark ettiniz mi ama çoğu zaman küçük bir kızın ya da kadının kucağında yatan bebek hiç hareket etmez ya da ağlamaz. Ve en fazla 2 gün sonra o kucakta farklı bir bebeğe rastlarsınız. Rusya'da yayınlanan habere göre, bu tarz çeteler aklınıza gelebilecek her türlü ortamdan bebekleri çalarak başlıyorlarmış işe. Aile arasın dursun, gitti. Daha sonra bebeğe votka ve uyuşturucu verilerek bebek öldürülüyormuş. O nedenle hiç bir ağlama ya da hareket olmuyormuş. Bunun gerçek olduğuna inanıyorum. Aklım ne kadar kabul etmek istemese de inanıyorum.

Nolur siz de böyle bir şey fark ederseniz hemen yetkililere haber verin. Ben öyle yapacağım.

11 Mart 2014 Salı

Ben lafa değil CİNAYET'e bakarım!



(Yazıyı okurken bu müziği de dinlemeniz naçizane önerimdir.)

Berkin'im..

Özür dilerim abicim. Kendi adıma senin o saf ruhundan özür dilerim.
Hırsızlığın marifet sayıldığı, efendiliğin sünepelik, üçkağıtçılığın meziyet olarak görüldüğü, yolunu bulup köşeyi dönemeyene, insanlık değerlerini hiçe sayarak onursuzca zengin olma hayallerine kapılmayana artık kız bile verilmeyen, saflığın "temiz"'den ziyade "gerizekalı" anlamında kullanıldığı, hırsızın uğursuzun baş tacı edildiği, aç kaldığı için artık sadece hayatta kalabilmek amacıyla ekmek çalan çocuğa yıllarca hapis cezası verilirken milyonları kutularda istifleyenlerin bolluk bereket içinde yaşadığı bir ülke olduğumuz için ve başına gelenlere karşın elimizden hiç bir şey gelmediği için senden özür dilerim.

Onurlu "Gezi Direnişi" esnasında senin başına gelenleri "göt korkusu" nedeniyle dillendirmeye teşebbüs dahi edemeyen kanallar, bugün utanmadan "Bakkala diye çıktı, cennete gitti.." diye manşet attılar biliyor musun? Şaşırmadın abicim biliyorum. Omurgasızlık zor zanaat.

Bugün Türkiye'de ekmeğin bedeli 1,25 tl. Ama ekmek almaya niyetlenmenin bedeli bir hayat..

Yüreğimi sızlattın kardeşim. Nolursun rahat uyu.

6 Mart 2014 Perşembe

"Bunu gölge bir yere kaldırın…"

Çanakkale savaşında yaşanmış bir hikaye;

O zaman ki şartları hepimiz aşağı yukarı biliyoruz. Ama deseniz ki kimler gerçekten anlayabilmiş? Belirsiz. Hatta belli de.. Belli belirsiz… Siperlerin bulunduğu yere bir çadır kuruluyor. Çadırın içine ameliyathane. Fakat çadıra gelmeden önce bir masa koyuyorlar kenara. Kim yaralı olarak getirilirse öncelikle o masaya yatırılıyor. Masanın başında da elindeki morfin dolu şırıngayla bekleyen komutan..
Gün içinde mesleklerimizden, bize yüklenen sorumluluklardan binlerce kez şikayet ediyoruz. O komutanın omuzlarındaki yükü ve üstlendiği sorumluluğu hayal edebiliyor musunuz? Komutan şuna karar vermekle yükümlü;

Masaya yatırılan yaralı asker ameliyathane çadırına alınıp ameliyat edildiği taktirde yaşar mı, yaşamaz mı? Eğer yaşama ihtimali varsa o zaman o morfin iğnesini ona yapıyor. O ihtimal yoksa iğne de yok..
Çünkü morfin yok denecek kadar az. Ölüme mahkum bir yarası olsa bile o ağrıyı, sızıyı çekmemek belki herkesin hakkı evet ama yaşama ihtimali yüksek olanları elemek zorunda doktor komutan.. Sorumluluğa bakın.. Yapabilir miydiniz?

Bir asker getiriliyor masaya.. Doktor bakıyor ki şansı yok.

"Bunu kaldırın." diyor.

Bir başkasını getiriyorlar. Çünkü resmen ölüm yağıyor siperlere. Bakıyor ki onda da umut yok.

"Bunu kaldırın." diyor.

Sonra bir başkası. Bir tane daha, ve bir tane daha… Ve bir asker daha getiriliyor masaya.. Doktor bakıyor ki yarası çok kötü. Cümlesi aynı, değişmiyor.

"Bunu kaldırın."

Tam o sırada asker kalan takatiyle sesleniyor doktora;

"Baba!"

Doktor ve diğer askerler kaskatı kesiliyor. Asker yalvarıyor;

"Baba beni tanımadın mı? Benim!"

Herkes doktorun ne yapacağına bakarken doktor görmemek için siper ettiği şırıngalı elinin arkasından şöyle diyor;

"Bunu gölge bir yere kaldırın.."

Ve bir başka doktorla nöbet değişimi yaptıktan sonra gittiği çadırda oğlunun öldüğünü öğreniyor…

Bizler; ülke geleceği ve bağımsızlığı uğruna kendi oğlunun bile hayatını feda edebilen, öz oğluna bile iltimas geçmeyen insanların adalet anlayışı ve mücadelesiyle yapılan savaşlar sonucu özgürlüğümüzü elde ettik. O zaman ki baba-oğul ilişkileriyle günümüzdeki baba-oğul ilişkileri arasındaki farklar birden canlandı mı aklınızda?

"Anlamadım babacığım? Hangi kutuya koyıyım?


Sizin için ne ifade ediyordur bilmem ama Sunay Akın'ın benim hayatımda çok önemli bir yeri var. Çocukluğumdan beri bulduğum her fırsatta hayal dünyamda yaşıyorum. Orda çok güzel bir kabuğum var. Kulaklığımı takıp yolda yürürken bile dinlediğim müzik sanki benim hayatımda, şuan gördüğklerimin fon müziğiymiş gibi düşünüp eğleniyorum. Bunun gibi Sunay abi de benim için benim hayatımın hikaye anlatıcısı…

Yine onun anlattığı bir hikaye yukarıda paylaştığım. Ağzına sağlık Sunay abi. Sunay abinin çok daha güzel anlatımından dinlemek isteyenler için;



2 Mart 2014 Pazar

Nostalji Vol#8 - Baba ve Oğul.


Çok net iddia ediyorum; eğer Ali Şen Amerika'da falan doğsaydı şuan tüm dünyanın tanıdığı usta bir oyuncu olarak anılırdı. Türk Sinemasının kesinlikle en başarılı oyuncularından Ali Şen ve yine sinemamızın ustalarından oğlu Şener Şen'in katıldığı bir programın çok kısa bir bölümünü buldum internette. Ali Şen'in gerçek sesini duyunca eminim ki benim gibi şok olacaksınız. Çünkü filmlerde alıştığımızdan çok farklı. Şener Şen'se kısacık bir anda bile oyunculuk dersi veriyor resmen. Konuşmadan bile güldürüyor. Umarım hoşunuza gider. İyi seyirler…


1 Mart 2014 Cumartesi

Günün Şiiri: Yaşamaya Dair..



Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 

Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
insanlar için ölebileceksin, 
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
hem de en güzel en gerçek şeyin 
yaşamak olduğunu bildiğin halde. 

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
yaşamak yanı ağır bastığından.



Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
en son ajans haberlerini. 

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, 
diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 

Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak… 



Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
yani bu koskocaman dünyamız. 

Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 

Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için… 


Nazım Hikmet Ran

Lazaritsa - Bir İnsan.. Bir Ağaç.. Bir Köpek..

"Fetih 1453" filminde birlikte çalışma fırsatı bulduğum Devrim Evin'in Devlet Tiyatroları bünyesinde oynadığı tek kişilik oyunundan haberdar etmek istiyorum sizleri. Bulgar yazar Yordan Radiçkov'un yazdığı, Hüseyin Mevsim'in çevirdiği ve yönetmenliğini Umut Toprak'ın yaptığı oyun, doğaya hükmetmeye çalışan insanın iktidar ilişkilerini ve doğa karşısında kaldığı çaresizliği anlatıyor. "Lazar" İncil'de İsa'nın ölümden dirilttiği kişi olarak geçiyor. Lazar, kuduz olduğunu düşündüğü köpeğini ormanda öldürmeye çalışırken ateşlediği mermi köpeğinin zincirine isabet ediyor ve köpeğin özgür kalmasına neden oluyor. Ve bu andan itibaren tüm dengeler değişiyor. Korkudan çıktığı ağacın üstünde mahsur kalan Lazar burada sorgulamaya başlıyor. Günümüzde yaşadığımız ortama tam tabiriyle "cuk" oturan bir yorum getiriyor oyun. Aşağıda oyunun fragmanını paylaşmak istiyorum. Ve Devlet Tiyatroları'nın sitesinden takip ederek mutlaka gitmenizi tavsiye ediyor, arkadaşımı buradan tebrik ediyorum.

Sevgi & Saygı.